The Guardian İngiltere’nin, hatta dünyanın sayılı saygın gazetelerinden biri. 1821’de Manchester’de kurulmuş, çok sonraları da Londra’ya taşınmış. Adı da zaten 1959’a kadar The Manchester Guardian.
Pazar günleri The Observer adıyla çıkıyor, hafta içi olan bitenleri kaçıranlar için de ayrı satılan The Guardian Weekly’si var. Bağlı olduğu şirket Avusturalya ve Amerika’da da aynı adla gazete çıkartıyor.
Günlük 100 bin civarında kâğıt gazete satışı olmasına rağmen etkisi ve ağırlığı çok. İnternet takipçilerinin sayısı da hiç az sayılmaz. Yapılan araştırmalar okuyucusunun kendisine büyük ölçüde inandığını gösteriyor.
Liberal sol bir görüşe sahip, elinden geldiğince doğru haber yapmaya, yorumda iftara kaçmamaya gayret ediyor. En büyük şansı kurucularının önemli bir meblağı gazete yaşasın diye vakfa devretmiş olmaları. 2008’de bu vakıf şirkete dönüştürülmüş ama şirketin “anayasasına” vakfın ilkeleri konmuş ve dendiğine göre bugüne değin de korunmuş.
Zaten yayın kalitesi ve başka gazetelerin yayınlamaya cesaret edemediği Edward Snowden’ınkiler başta olmak üzere, Panama Belgeleri gibi sızdırılan evrakları yayınlamakla, yani iyi gazetecilik yapmakla tanınıyor. Ancak tarihçesinde Balfour Deklarasyonu’nu desteklemek gibi şeyler olduğunu da belirtmek gerek.
Günümüzde karşı karşıya olduğu ve aşmak için çaba harcadığı sorunsa kurucu vakfının, daha doğrusu 12 kurucusundan 10’unun paralarının kirli olması, özellikle de en büyük sermayedarı pamuk tüccarı John Edward Taylor’un köle çalıştırmaktan dolayı para kazanması.
Yapmaya çalıştıkları hem gerçeğin iyice ortaya çıkmasını sağlamak, hem de kurucularının bundan en az iki yüzyıl önce sebep olduğu adaletsizliği gidermek için bir tür onarıcı adalet mekanizması kurmak.
Bu amaçla üç yıl süren ve üç aşamadan oluşan kendi ısmarladıkları araştırmanın sonuçlarını geçtiğimiz günlerde yayınladılar ve köle ticaretinin sadece gazetelerini değil Britanya ile birlikte dünyanın geri kalanını ne şekilde etkilediğini tartıştıkları Cotton Capital adını verdikleri bir platform yarattılar.
Gazetenin şirketi aracılığıyla sahibi olan Scott Vakfı da hem köleci geçmişleri adına özür diledi, hem de 10 milyon poundluk bir meblağı kurucularının sebep olduğu mezalimi telafi amacıyla kullanacağını açıkladı.
Gazete ayrıca bundan sonra Afrika ve Karayiplere daha fazla önem atfedeceği, genç gazetecilere konuya ilişkin burslar vereceğini ve araştırmaları teşvik edeceğini duyurdu. Kraliyet ailesinin de üstüne gitti. Köle ticaretinden kazandıklarını belgeledi.
Brown, Harvard, Cambridge gibi üniversitelerin, Lloyd gibi şirketlerin köleci geçmişleri için benzeri şeyler yapmalarından sonra Guardian’ın bu atılımı önemli ve değerli. Dünyanın daha iyi bir yer olması için insanlığın kendisini sorgulaması, geçmişini tartışması gerekiyor.
Ne yazık ki hiç birimizin geçmişi ne anlatıldığı kadar masum ne de şanlı. Kurgulanmış anlatılar gerçeklerin görülmesini engelliyor, önyargılar sürekli yeniden üretiliyor. Renginin tenine rağmen başkanı, başbakanı, bakanı olan ülkelerde dahi köle ticaretinin meşrulaştırıcı mantığına dayanan ayrımcılık devam ediyor.
Özür, tazminat ve bu tür tartışmalar umarım en azından yeni George Floyd’ların, Breonna Taylor’ların yargısız infazlarına son verilmesini sağlar. Doğal olarak yapılacak hiç bir şey yüzyıllar, hatta bin yıllar boyunca milyonlarca, belki de milyarlarca insanın çektiği acıları çekmemelerini sağlamaz.
Nihayetinde geçmişi Mezepotamya’daki ilk yerleşik tarım toplumlarına dayanan bir “müesseseden” söz ediyoruz. Bundan 2 bin 500 küsur yıl önce felsefenin her türlüsünün tartışıldığı, demokrasinin var olduğu Atina’da 80 bin kadar kölenin yaşadığını biliyoruz.
Ne Roma, ne Kore, ne de Hindistan kölesiz yapabilmiş. Araplar ve Türkler de Afrika’dan önemli sayıda köle ithal etmiş. Kölesi olmamış, halkı bir şekilde köle olmamış neredeyse hiç ülke olmamış. Moritanya köleciliği ancak 2007’de yasaklayabilmiş.
Her ne kadar çoğu ayrıcalıklı statüye sahip bulunsa, orduya komutan, devlete vezir, hareme ağa, saraya sultan, sultana valide olsa da kölelik bizde de kurum olarak var olmuş. Zamanında Afrika kadar Rusya’dan, Polonya’dan, Kafkaslar’dan, Suriye’den gelen köleler de talep görmüş.
Ama benim bildiğim kadarıyla Batıdakine benzer bir sistematik ayrımcılık olmamış. Devşirilmişler, kapıkulu, yeniçeri olmuşlar, imparatorluğun yönetim sorumluluğunu paylaşmışlar. Hürrem, Kösem adlarını almışlar, sıfatı hadım olan paşalarımız, baş vezirlerimiz olmuş.
Kölelik de 1830’lardan itibaren önce rengi beyazlardan başlayarak yüzyılın sonuna kadar uzayan bir süreç içerisinde yasaklanmış. Bab-ı Ali 1890’da Brüksel Konferansı’na katılarak 15 ülkeyle birlikte köle ticaretine karşı tedbir almak yükümlülüğünü uluslararası bir bağıtla da benimsemiş.
Yine de yanlış anlaşılmasın bunların hiç biri bizim geçmişimizle yüzleşmememiz gerektiği anlamına gelmiyor. Hadım etme geleneği bile kendi başına konuşulması, tartışılması şart olan korkunç bir uygulama.
İşlemin daha ziyade Mısır’daki Koptik Kiliselerin marifeti olması da bu gerçeği değiştirmiyor. Tıpkı Guardian, Amerika ve İngiltere’deki üniversiteler, şirketler gibi bizim de bu konuları tartışmamız, konuşmamız, araştırmalar yapmamız, geçmişimizle hesaplaşmamız gerek.
Bir de Afrika’ya, Karayiplere açılan Türkiye’nin köle ticaretini araştırması, bunun da TUBİTAK, YÖK gibi kurumlar tarafından teşvik edilmesi, üniversitelerin konuya ilişkin içi boş olmayan merkezler kurmaya yönlendirilmesi insani açıdan da siyasi açıdan da şart.
Fransa köleciliği insanlığa karşı suç kabul etse, İngiltere en üst düzeyde geçmişte yaptıklarından dolayı üzüntülerini belirtse, bankalar ve şirketler tazminat fonları yaratsa da bu konuda daha gidilecek çok yol, yapılacak çok iş var.
Köleliğin ahlaken kabul edilmezliği, ekonomik çıkarların zedenlememesi, marka değerlerinin korunması veya siyasi şöhretin töhmet altında kalmaması amacıyla yapılan açıklamalar, sembolik nitelikli maddi tazminatlar, alınan tedbirler henüz sadece bireylere karşı işlenmiş suçların toplumsal affına ilişkin.
O bireylerin parçası oldukları toplumların geri kalmışlığına, yaşadıkları yapısal sorunların çözümüne ilişkin değil. Talep var ama yeterli arz yok. ABD kendi içindeki toplu tazminat taleplerine kapalı. İngiltere özrü bile fazla buluyor, pişmanlıkla yetiniyor.
Türkiye, 14 ya da 28 Mayıs sonrasında, prensipte başında kim olursa olsun -ama pratikte muhtemelen yönetimi değiştiği taktirde- tarihinin görece avantajından ve tabii ki geçmişini özgürce tartışmasının yaratacağı siyasi fırsatlardan yararlanarak köleciliğin üstüne gidebilir.
Çoğunun geçmişinin de en az köle çalıştıran ülkeler kadar kirli olduğunu gözardı etmeden Afrika ülkelerinin taleplerini basit bir propagandaya, biz ne kadar iyiyiz başkaları ne kadar kötü anlayışına dönüştürmeden BM’ye taşımakta kolaylaştırıcı rol oynayabilir.
Bir yandan insanlık adına hareket ederken diğer yandan siyasi duruşunu güçlendirebilir…