Ayşe Zarakol’un doktora tezine dayanan ama belli ki onu epeyce aşan “Yenilgiden Sonra” kitabı Koç Üniversitesi yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilip ilk kez 2012’de yayınlanmış. Ben hakkında çok şey duyduğum, dinlediğim, okuduğum kitapla ancak 12 yıl sonra tanıştım ve ilk satırından sonuna büyük bir keyifle okudum.
Zarakolu sadece iyi bir akademisyen değil iyi bir yazar da. Sizi bir Orhan Pamuk alıntısı ve onun 2006’da aldığı Nobel Edebiyat ödülü sonrasında başına gelenlerin hatırlatmasıyla yakalayıp Japonya, Rusya ama en çok da Türkiye’nin ontolojik güvensizliklerinden hareketle dünyaya farklı bir açıdan bakmaya zorluyor.
Erving Goffman’ın “stigma”, yani “leke” kavramını kullanarak dünya sistemine yeni gelenlerle eskileri arasındaki statü farkının hiç kapanmaz bir şekilde kendini yeniden nasıl ürettiğini farklı dönemlerine ağırlık verdiği bu üç ülkenin onun yorumsadığı tarihleriyle ve tabii ki güçlü üslubuyla okuyucusuna, daha doğrusu uluslararası ilişkiler kuramcılarına anlatıyor.
***
Amacı sistemi değiştirmek, Türkiye’yi, Japonya’yı ya da Rusya’yı kendi hatalarıyla yüzleştirmek, ne yaparsanız yapın Batı’ya yaranamazsınız demek değil. Zarakol kuramcılara sesleniyor, İkinci Dünya Savaşı’ından beri sistem içinde var olan tabakalaşmayı unuttunuz, sanki içsel açıdan eşitler arasında bir mücadele varmış gibi sundunuz diyor.
Kitabının sonlarına doğru “lekelenmenin, aşağılanmanın, geride kalmışlığın, geriliğin, barbarlığın toplumsal, yapısal, dış kaynaklı doğasının altını çizerken bunu Batı dışı adına bir bahane veya Batı’ya yönelik bir suçlama olarak değil, Batılı olmayan aktörlerin failliğine yalnızca Batılı standartlara uymadıklarında yer veren bir literatürü düzeltmek amacıyla yaptığını” vurguluyor.
Yine de anlattıklarından bizim gibi insanlar için de yüzeysel reformlarla Batılı olunamayacağından kim olduğunu imayla geçiştirdiği Batı’ya yaranmak amacıyla atılan her adımın onun hegemonyasını pekiştireceğine kadar çıkartacak çok sonuç var. Ama hepsi de son derece karamsar, ne yaparsanız yapın durumunuzu değiştiremezseniz tadında.
Haksızlık ediyor olabilirim ama okurken bana Ayşe Zarakol Edward Said kılığına bürünmüş Samuel Huntington gibi geldi. Ödünç aldığı tabakalaşma kuramıyla Goffman’ın bireylerler için öngördüğü stigma kavramını devletlere antropomorfik özellikler kazandırarak uygulanmasıyla Said’in oryantalizm eleştirisini Huntington’un yedi buçukluk medeniyet tespitiyle uzlaştırmış diye düşündürdü.
Biraz da inşacılığın, özellikle Alexander Wendt’in eksikliklerini tamamlarken yapıya aktörden çok daha fazla anlam yüklediği, çaresizliğini abartılı şekilde vurguladığı hissine kapıldım. Kendi kendime keşke güç kavramına, onun içerdiği ilişkiler bütünlüğüne, “küçük devlet” literatürüne, büyük devletlerin ve onların kurguladığı sistemin sonsuz ve sınırsız olmadığına baksaydı dedim.
Ancak çoğu saptamasına -sebep sonuç bağı gözetmeden yapsa da- özellikle Türkiye örneğinden çıkarsadıklarına katıldım. “Batı” için en iyi sonucun Türkiye için en iyi sonuç olamayabileceği düşüncesini, tahakkümün sürekliliği için Batı’nın, bizim güncel örneğimizde Avrupa Birliği’nin arzulanır olmasının devamının gerekliliğinin altını çizmesini kendime yakın buldum.
Aklıma onun bu kitabının temelini oluşturan tezini yazdığı yıllardaki Türkiye geldi. Kopenhag Siyasi Kriteri denen şeyleri gerçekleştirmesine, insan hakları ve demokrasi alanındaki utancından, onun deyişiyle stigmasından, çevirmenine göre de lekesinden kurtulmasına rağmen AB tarafından nasıl Kıbrıs sorunu arkasına sığınılarak reddedildiğini hatırladım.
Artık hemen hiç birimiz için anlam ifade etmeyen İlerleme Raporlarını, onlardaki Yunanistan ve Kıbrıs maddelerini ister istemez düşündüm. Ucu açık süreç denen şeyin aslında kapalı anlamına geldiğini, üyelik içermediğini sonradan nasıl fark ettiğimizi, Sarkozy ve Merkel’in Türkiye’yi yerleşiklerin karar verme sistemi dışında tutmak, edilgen kılmak için ne denli çaba harcadığını anımsadım.
Ve Zarakol’un Türkiye ile benzeri “sonradan gelenlere” Batı ile Doğu ama aslında hiç bir yer arasında tercih yapmamaları, ontolojik güvenliği gerçek güvenlikle karıştırmamaları önerisini önemsedim. Failliğin, egemenliğin, pozitif özgürlüğün gerçek tezahürüne ancak ontolojik güvensizlikle yüzleşmeyle, bu güvensizliğin kendini kurgulamanın varoluşsal parçası olduğunu idrakle gerçekleşeceği iddiasını not ettim.
***
Yenilgiden Sonra’yı hala okumadıysanız benden de geç kalmayın derim. Türkiye’nin geçtiğimiz yüzyılın ilk iki çeyreğindeki çabasının Doğululuğunun izlerini silmeye indirgenip indirgenemeyeceğini kendi kendinize dahi olsa tartışın. Bir de Pantürkizm ve Panislamizmi 131’inci sayfada “gerici ideolojik akımlar” diye nitelemesini kitabın içsel tutarlılığı açısından düşünün.
Diğer yandan yazıldığı ve yayınlandığı dönemin kitap üstündeki etkisini de göz ardı etmeyin. Sadece Türkiye’ye de takılmayın, beni en çok etkileyen ve Kafka’dan alıntıyla başlayan Uluslararası Sistemde Kapılar ve Kapıcılar başlıklı kısmını, içindeki tarih anlatısını, anlatının anlatıcının bakış açısıyla mükemmel uyumunu içinize sindire sindire okuyun.
Ben de bu kez çok geç olmadan, arası fazla açılmadan Zarakol’un “Before the West” (Batı’dan Önce) kitabını okumayı ve Yenilgiden Sonraki’deki tespitleriyle karşılaştırmayı planlıyorum. Eminim o da ikna edici argümanlarla karşıma çıkacak ve güçlü dili, sanata, edebiyata, tarihe yaptığı atıflarla önüne katıp sürükleyecek, bir kez daha insan boşuna başarılı olmuyor, öyle görülmüyor dedirtecek. İyi huzurlu ve bol okumalı bir Pazar günü dileğiyle…