Hamas’ın 7 Ekim saldırısının ilk şoku atlatıldıktan sonra dünya “The day after”ı, yani ertesi günü, İsrail’in harekatı sonrasını konuşmaya başladı. Genel kabul gören yaklaşım Hamas’ın en azından askeri olarak tasfiye edilmesinin ardından Filistin devletinin kurulması gerektiğiydi. Geçiş dönemi için de garantörlükten bir Arap barış gücünün Gazze’yi kontrolüne kadar pek çok fikir ortaya atıldı.
Ne de olsa böylece barışa karşı çıkan, tarihi Filistin topraklarının bölünmesini istemeyen bir örgüt devreden çıkacak, İsrail sağı istemeyerek de olsa Filistin’in siyasi bölünmüşlüğünü ortadan kaldıracaktı.
Bundan sonra 1967 sınırlarını bir şekilde temel alan ve başkenti Doğu Kudüs’ün küçük de olsa bir parçasından oluşan ikinci devletin kurulması mümkün olabilecekti.
Böylece bölgeye barış ve istikrar gelecek, pek çok radikal örgüte meşruiyet sağlayan 100 küsur yıllık sorun bitecekti. Yıkılan, yakılan Gazze’nin yeniden inşası için harcanan paralar da bir sonraki İsrail müdahalesiyle boşa gitmeyecek, zengin Arap ülkeleri ve AB bu bölge için gönül rahatlığıyla kaynak ayırabilecekti.
Ancak İsrail’in başlattığı operasyonun boyutları, AB ve ABD’nin verdiği kayıtsız şartsız desteğin niteliği ve Netanyahu yönetiminin açıkladığı siyasi hedefler bu tartışmanın askıya alınmasına yol açtı. Dahası AB ve ABD bile yaşanan insan kıyımından kaygı duymaya başladı, İsrail’i savaş hukukuna uymaya çağırdı. İşgalin kalıcı olmasından endişe duyduğunu hissettirdi.
Dünyanın siyasi önceliği etnik temizliğin durdurulmasına, ateşkes çağrılarına, insani aralara ve Hamas’ın elindeki rehinelerin kurtarılmasına verildi. Biden Yönetiminin Güvenlik Konseyi’ni kilitlemesi eleştirildi. Bu savaşın en çok kimin işine yaradığı, savaşın büyüyüp büyümeyeceği, başkalarını içine çekip çekmeyeceği konuşuldu.
Yılın sonuna doğru, daha doğrusu ABD’nin İsrail’e verdiği süre dolarken, hem de maalesef ki dünya çocuk ölümlerini tüm eleştirilere rağmen kanıksamışken pek çok mecrada ertesi gün konusu yeniden gündemi belirlemeye, iki devletli çözüm unutulmasın çağrısı tekrar ağırlıklı olarak işlenmeye başladı.
Amerika’nın stratejik vizyonunu etkileyen yerlerde Hamaslı mı Hamassız mı tartışmaları dahi yapıldı.
Foreign Affairs’de ertesi günün nasıl olması gerektiğine ilişkin makul sayılabilecek yol haritaları içeren yazılar yayınlandı. Dışişleri Bakanlığına bağlı SAM’ın bir yayınında genç bir akademisyen soruna yaklaşım tarzı bana ikna edici gelmese de Türkiye’nin garantörlük teklifini irdeledi.
New York Times ve Washington Post gibi gazetelerde ABD Yönetiminin İsrail’in tavrından, özellikle de geleceğe ilişkin vizyonundan mutsuz olduğunu belirtir haber ve yorumlar çıktı. Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı da zaten 11 Aralık’taki ortak toplantısında en çok bu konuyu işledi, savaşı durdurma ve iki devletli çözüme dönme çağrısı yaptı.
Fakat ne yazık ki, bunların hiç biri yaşanan insani felaketin ertesinde siyasi anlamda bir umut ışığı görmemize yol açacağa benzemiyor. Belli ki İsrail, sorunu iki devletle değil Filistinlilerin azaltılması yoluyla, etnik temizlik, korkutma ve sindirmeyle çözmeye niyetli. Mısır ve hatta Amerika’nın tüm itirazlarına karşın Gazze Filistinlilerden büyük ölçüde arındırılacak.
Kısa bir süre sonra çok dar bir alana sıkıştırılan, insanca yaşamın minimum standartlarına dahi sahip olamayan Gazzeliler Hamas yönetiminin çökmesiyle Mısır’a yönelecek. Sisi iktidarı dahi yaşanacak insani trajediye karşı duyarsız kalamayacak. Onlar kalsa kapılar, duvarlar yıkılacak, insanlar Sina’ya akacak.
Gazze’de ise ilk aşamada işgal, ardından da yeni yerleşim yerleri olacak, sonra da muhtemelen ilhak.
Cuma günkü Washington Post’un haberine göre Gazze’den 2005 yılında çıkmak zorunda bırakılan Yahudi yerleşimciler geri dönmek için gün sayıyor ve 7 Ekim saldırısını kendileri için büyük bir fırsat olarak görüyor. Gazze’nin Arap nüfusundan temizlenmesi lazım ve bu da zaten yapılacak diye düşünüyor.
Nitekim 7 Ekim öncesinde uç noktada görülen, pek çok nedenle kabul edilemez bulunan bu yaklaşım artık ana akım siyasetçiler tarafından da benimsenmiş durumda. Bakanlar açıklamalarıyla, Gazze’de savaşan askerler posterli sosyal medya mesajlarıyla gidenleri geri çağırıyor.
Siyonizmin ruhuna aykırı olmayan bu çağrıların karşılık bulmaması, hayatın akışına taşınmaması zor. AB’nin Batı Şeria’daki saldırgan yerleşimcilere karşı uygulamaya koymayı planladığı yaptırımların da, Biden Yönetiminin ayıplamalarının da caydırıcı olması pek olası değil. İslam ve Arap dünyası da zaten İsrail’i caydırmaktan çok ikna etmeye meyilli.
11 Aralık’ta Riyad’da düzenledikleri ortak toplantıdan çıkan tek somut sonuç dünyanın kendileri dışındaki geri kalanını İsrail’i ateşkese ve mümkünse iki devletli çözüme ikna etmek için ikna etmeye çalışmak oldu. Birkaç göstermelik tedbir alındı. Suudi-İsrail yakınlaşması durdu. Ama başlatılan savaştan bence bariz bir şekilde Hamas sorumlu tutuldu.
Hemen hiç biri Hamas’ın kendilerini çekmeye çalıştığı girdaba girmek, nihayetinde İran dışında kimsenin işine yaramayacak bir çatışmaya taraf olmak istemedi. Türkiye de dahil Müslüman ağırlıklı ülkeler Hamas’ın oldu-bittisine karşı direndi, kamuoylarını yatıştıracak tedbirlerle yetinmeyi seçti.
Bu da kendileri açısından çok haksız ve yersiz bir tutum sayılmazdı. Ama diğer yandan tutumları Amerika’yı da, onun vasallığından başka bir rol benimsemeyen Avrupa’yı da nasılsa bir şekilde yönetebileceklerini bilen İsrail sağına yeşil ışık yaktı, Filistin sorununun bedel ödemeksizin arzu ettikleri şekilde çözülebileceğine olan inançlarını pekiştirdi.
Bu durumun ne Güvenlik Konseyi’nin son kararıyla ne de CHP’nin Filistin’e yapacağı açıklanan gerçekleşme ihtimali düşük iç siyasete endeksli ziyaretiyle değişmesi mümkün. Umudum diplomasinin şimdiden öngörülemeyen imkanlarının ve dünya güç dengelerindeki dalgalanmaların benim karamsar bakışımı doğrulamaması yönünde…