Eilert Sundt, 1817-1875 yılları arasında yaşamış bir Norveçli teolog ve aynı zamanda sosyolog. Ölümcüllük, evlilik gibi konular üstünde çalışmış ve çalışmaları da ülkesi tarafından takdirle karşılanmış. Bu yüzden de adı benim bundan tam 40 yıl önce okumaya başladığım Oslo Üniversitesi’nin Blindern yerleşkesindeki çok katlı Sosyal Bilimler Fakültesi binasına verilmiş. İçinde yetişen, orada bir şeyler öğrenen herkesin onu anması, her adres soruşta onu hatırlaması sağlanmış.
Adının bu yazıya yansımasının nedeni derseniz bizde de aynısı olsun, akademik binalar önemli akademisyenlerin isimleriyle anılsın diye değil. Amfilerinin, çalışma salonlarının, içinde barındırdığı kütüphane ve hatta restoranın kalitesi de değil. Oslo Üniversitesi’nin dünyanın en iyi okullarından bir olması hiç değil. Neden bugün hala kullanımda olduğu, üniversitenin sivil savunma sayfasında 72 saat içinde işlevsellik kazanabileceği yazan A Bloğundaki 460, B Bloğundaki 213 kişilik nükleer nükleer sığınaklar.
Serpinti için mi yoksa basınç için mi hazırlandıklarını doğrusu bilmiyorum. Fakat yurt binaların altlarındakiler de dahil çok kalın kapıları olduğunu, havalandırma sistemleri bulunduğunu hatırlıyorum. Bir başka hatırladığım şey de Türkiye’den gelen arkadaşlarımla bu odalara bakıp hayıflanmamız, yıllarca nükleer tehdit altında yaşamamıza, 1962’de Jupiter Füzeleri ve Küba krizi yüzünden çok büyük bir tehlike atlatmamıza rağmen bu tür sığınaklara sahip olamamızı tartışmamızdı.
Çünkü o dönemde Soğuk Savaş’ın ikinci fazına geçilmiş, SS-20’ler, İran Devrimi, Afganistan’ın işgali derken Avrupa’ya orta menzilli nükleer Pershing II füzelerinin yerleştirilmesi tartışması başlamıştı. Gorbaçov’un iktidara gelmesine, Glasnost ve Perestroyka diyerek Batı’ya güven vermesine daha bir kaç yıl vardı. Bir Sovyet liderinin bir Amerikan başkanıyla Reykjavik’de buluşup romantik fotoğraflar çektirebileceğini, sonraki yıllarda iki Almanya’nın birleşebileceğini, NATO’nun Varşova Paktı’nın düşman kategorisinden çıkartabileceğini hayal etmemiz zordu.
1982’de bizim dünyaya bakınca gördüğümüz gerilimin tırmandığı, iki büyük süper gücün hırçınlaşmaya başladığıydı. Neyse ki tek derdimiz dünyanın gidişatı değildi. Ülkemize ilişkin kaygılarımız gerçekleşme olasılığı düşük bir nükleer savaştan çok daha fazlaydı. Oslo ile İstanbul, Norveç ile Türkiye arasında karşılaştırma yapacak çok şey vardı. Demokrasi ile darbe rejimi, petrol ve sanayinin getirdiği zenginlikle yoksulluk arasındaki uçurum derindi.
Beni galiba biraz da onların Devlet Bilimi (Statsvitenskap) dediği bölümde yüksek lisansa başladığım sırada tanıştığım Realist öğreti teskin etti. Silahlanmayı ciddiye alan Johan Galtung’un üniversitesinde, barış enstitüsü PRIO’nun olduğu şehirde birilerinin güç dengelerinden bahsetmesi, yanılmıyorsam hocam Øyvind Østerud’un düğmeye basanın karşısındakiyle birlikte kendini de yok edeceğini anlatması üç kat altımızın aslında bir nükleer sığınak olduğunu unutmamı sağladı.
1972’de imzalanan, balistik füzelere karşı belirlenmiş iki yer dışında korunmama ilkesini benimseten, nükleer silah kullanmayı taraflar için olduğundan daha zor hale getiren ABM Antlaşması da Soğuk Savaşı takip edenlere bir nebze olsun güvence vermekteydi. Zaten Norveç de bizlere öğrenci olarak sunduğu fırsatlarla, doğasının güzelliği ve kıta Avrupa’sına olan deniz bağlantılarıyla bu tür sorunları düşünmemize fazla imkan tanımıyordu. Konser, opera, sinema, çalışma, gezme, okuma arasında hayat akıp gidiyordu.
Ayrıca nükleer silahlar, sığınaklar ve daha kim bilir neler neler giderek insani, daha doğrusu kişisel olmaktan çıkıp mesleki hale, bilgiye, kullanılabilecek veriye dönüşüyordu. Zaman içinde Norveç’i Norveç, Türkiye’yi de Türkiye olarak kabul ediyor, karşılaştırma yapmaktan galiba kaçınılmaz olarak vazgeçiyorduk. Kral’ı elinde kayaklarıyla Holmenkollen metrosunda görmek, Saga Sinemasında yanımıza oturanın bakan olduğunu öğrenmek bizi artık şaşırtmıyordu.
Norveç’e oradaki eğitimim bittikten sonra da defalarca gittim. Mesleki etkinliklere, toplantılara katıldım. Hayat arkadaşım da aynı okuldan mezun olduğu için Oslo’ya kızımızı da götürdük. Ona okuduğumuz ve yaşadığımız binaları gösterdik. Bir kaç kez de İsveç üstünden geçiş yaptık, eski güzel günleri andık. Ancak Soğuk Savaş sona erdiği, nükleer güç kullanılması olasılığı sıfıra yaklaştığından olacak aklıma bugüne değin sığınaklar konusu hemen hiç gelmedi.
Bu yazı tetikleyen, Oslo’nun sığınaklarını düşünememe yol açan AP’nin Vanessa Gera imzalı 21 Ekim tarihli haberi oldu. Gera’nın Varşova’daki eski bir nükleer sığınağın Ukrayna Savaşı sebebiyle nasıl tekrar kullanılabilir hale getirildiğini aktardığı yazısında, Avrupa’nın başka yerlerinde benzeri sığınak çalışmalarının yapıldığını, Finlandiya’nın sığınaklarını elden geçirdiğini, Romanya’nın eski bir tuz madenini sığınağa dönüştürmeye çalıştığını, Macaristan’ın metro hatlarında tatbikatlar düzenlediğini anlatılıyordu.
Yine bizde neden yok demeye başladım. Siyaset ve diplomasinin yeterli olmaması halinde NATO üyeliğimiz yüzünden Ukrayna merkezli krizin tırmanmasının doğurabileceği sonuçlar beni rahatsız etti. Nükleer çatışmaya doğrudan taraf olmasak bile serpintiden etkilenebileceğimizi, caydırıcılığın ve savunmanın ötesinde sivil savunmayı da ciddiye almanın gerektiğini, bu sorumluluğun sadece AFAD’a bırakılamayacak kadar büyük olduğunu düşündüm.
Niyetim Norveç’le ya da başka bir ülkeyle Türkiye’yi karşılaştırmak tabii ki değil. O aşamayı yukarda da yazdığım gibi yıllar önce geçtim. Söylemek istediğim bizim de artık nükleer sığınaklara sahip olmamızın, bu sorunu da en az deprem kadar ciddiye almamızın şart olduğu. Sivil savunma kapasitesinin günümüz dünyasında savunma ve caydırma parametrelerinden biri haline dönüştüğü. Halklarını koruyamayan ülkelerin şantaja daha fazla maruz kalabileceği.
Bize şüphesiz F-16 da, F-35 de, milli muharip uçak da, S-400 de, başka hava savunma sistemleri de gerekli. Caydırıcılık için NATO üyeliği ve İncirlik’te hala konuşlu olduğu söylenen çift anahtarlı nükleer silahlar da öyle. Belki ileride kendi nükleer silahlarımızı üretmemiz dahi gerekebilir. Ama hepsinden önce savunmanın son halkasından başlamamız, hiç olmazsa 1998 tarihli Sığınak Yönetmeliği’nin öngördüklerini hep birlikte ve kapsamlı bir plan dahilinde hayata geçirmemiz şart.
Unutmayalım ki artık Soğuk Savaş’tan bile daha kırılgan bir dünyada, 1972 tarihli ABM’in gereksiz görüldüğü bir stratejik zeminde yaşıyoruz. Sıfır nükleer silah ideali giderek daha uzak bir olasılık haline dönüşüyor, ICAN gibi sivil toplum birlikteliklerinin sesi giderek daha az duyuluyor. Nükleer silah sahibi olan ülkelerin sayısıysa artıyor. Sorunlar büyüyor, krizleri yönetmek zorlaşıyor. Sting de 1980’lerde bestelediği “Russians” şarkısını ne yazık ki hala aynı amaçla söylüyor…