ABD’den gelen PYD kontrolündeki bölgelerde sınır güvenlik gücü kurulacağına ilişkin haber ve açıklamalar Türkiye’yi harekete geçirdi. Afrin’e ve belki daha başka bölgelere yönelik operasyonların hazırlıkları yapılmaya başlandı. Belli ki Türkiye önce diplomasiyle ve güç kullanma tehdidiyle, o da olmazsa fiilen güç kullanarak Suriye’de kendi çıkarları ve güvenliği hilafında yaşanan gelişmelerin akışını değiştirmeye çalışacak.
Umarız muhatapları Türkiye’nin beklentilerini doğru okur, PKK konusundaki hassasiyetlerini hafife almaz. Türkiye de güç kullanmak zorunda kalmadan ya da sınırlı miktarda güç kullanarak kendisini rahatsız eden oluşumun muhtemel zararlı etkilerini bertaraf eder. 1946’dan bu yana fiilen, 1952’den bu yana resmen ittifak içinde olduğumuz ABD ile olan ilişkiler daha da fazla zarar görmeden yönetilebilir düzeyde kalır.
***
Tırmanma riski tabii ki var. Yapılacak bir müdahalede iki müttefik ülkenin askerlerinin karşı karşıya kalması olası. Ama görünen o ki bu riski Türkiye ÖSO unsurlarını sahaya sürerek ve muhataplarını önceden uyararak en aza indirmek istiyor. Afrin’e yapılması muhtemel müdahalenin kaba hatlarının açıklanması da bu yüzden olmalı. Türkiye ABD ile çatışmaya girmek istemediğini ama çıkarlarını korumak zorunda olduğunu vurguluyor.
Üstelik diplomasi kanalları da açık. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bu yazı kaleme alındığı saatlerde Vancouver’de muhatabı Tillerson ile görüşecekti. Genelkurmay Başkanı Akar muadiliyle ve diğer Amerikalı askeri yetkililerle temas halindeydi. Dün de NATO’da bir konuşma yaptı. Zaten Ankara’daki ABD maslahatgüzarı da geçtiğimiz hafta Dışişleri’ne çağrılıp Türkiye’nin kaygıları iletilmişti.
Aslında sorun çözülemeyecek bir sorun değil. Türkiye müttefiki Amerika’dan gerekçesi ne olursa olsun hasmı olan bir terör örgütüne destek olmamasını, onu güçlendirmemesini istiyor. Muhatabına bu örgütü kendisinin de terör örgütü olarak tanımladığı hatırlatıyor. PKK ile PYD aynı şey değildir, özellikle de SDG bambaşka bir şeydir argümanından ikna olmadığını, olmayacağını anlatıyor. Artık DEAŞ’ın da yenilmesiyle gerekçenin kalmadığını vurguluyor.
Ama ABD bir türlü anlamak istemiyor. Herhâlde Suriye’deki uzun dönemli çıkarlarını korumak, bu bölgede askeri ve siyasi açıdan varlığını sürdürmek için PYD/PKK unsurlarına dayanmayı uygun buluyor. Türkiye’yi de hiç inandırıcı olmayan argümanlarla oyalamaya çalışıyor. Mızrağın çuvala sığmamasını anlaşılan çok da önemsemiyor. Kendi yasalarına bile aykırı olma olasılığı yüksek olan işler yapıyor. Terörist bir örgüte destek sağlıyor.
Oysa 1949’da Washington’da imzalanan üç yıl sonra da Türkiye’nin taraf olduğu NATO’nun kurucu belgesine göre üye ülkelerden biri saldırıya uğrarsa diğerleri ona yardım etmekle yükümlü. Bu öylesi bir yükümlülük ki mesela Polonya ya da Estonya yüzünden Türkiye’yi bir nükleer çatışmanın içine sürükleyebilme potansiyelini içinde barındırıyor. Ama aynı şekilde diğer üyeleri de Türkiye’nin güvenliğini garanti ediyor.
Bu antlaşma imzalandığında üyelerin ileride başına musallat olabilecek terör örgütleri düşünülmemişti. Fakat 11 Eylül 2001’de El Kaide Amerika’ya saldırınca NATO kurucu antlaşmasının 5’inci maddesindeki bu sorumluluğu hatırladı ve “birimiz hepimiz-hepimiz birimiz için” dedi. Türkiye’de ABD’ye hem moral, hem de fiili destek verdi. Dolayısıyla şimdi aynı desteği beklemek bizim en doğal hakkımız.
Daha da önemlisi NATO sadece saldırı olunca yardıma koşacak bir örgüt olarak planlanmadı. Üyelerden biri toprak bütünlüğünün, siyasi bağımsızlığının veya güvenliğinin tehdit altında olduğunu düşünürse diğer üyelerle görüşme ve onlardan yardım talep etme hakkına sahip. Antlaşmanın 4’üncü maddesinde bu açık açık belirtilmiş. Nitekim daha önce de çalıştırılmış bir madde. Bir kez daha çalıştırılmasında sanırım Türkiye bir beis görmeyecektir.
Ayrıca unutmayalım ki Türkiye’nin sorunlarının olması ona antlaşmalardan doğan haklarının tanınmasına engel değil. İttifak sorumlulukları ülkelerin içinde yaşadıkları sorunlara endekslenemez. NATO üyesi bir ülke tehdit altında olursa veya saldırıya uğrarsa ona verilecek desteği içişlerindeki gelişmeler belirleyemez. Üyeler isteksiz olabilirler, ama destek orantısal değil mutlaktır.
***
Kaldı ki Washington Antlaşması’nın ilk maddesiyle imzacılar kendi aralarındaki sorunları barışçıl yollardan çözmek için çalışacaklarını da kayıt altına almışlar. Yani ABD başta olmak üzere tüm üyeler birbirlerine karşı güç kullanmayacaklarını, güç kullanma tehdidinde bulunmayacaklarını taahhüt etmişler. Yapılması gereken ve esasında yapılan tüm bu yükümlülüklerin muhataplarımıza, özellikle de ABD’ye hatırlatılmasıdır.
Türkiye tarihi boyunca da, son yıllarda da çok sıkıntılı anlar yaşadı. Ancak çoğunun üstesinden gelmeyi diplomasiyle, siyasetle başarabildi. Çok geriye gitmeye gerek yok son birkaç ay içinde yaşadıklarımız bile kendimize güvenmemiz için yeteri kadar neden sağlıyor. Kudüs sorunu karşısında takındığımız tutum, Kuzey Irak’taki referandum nedeniyle izlenen politika çıkar ve beklentilerimizin korunmasını temin etti. Bu kez de farklı olacağını zannetmiyorum…