Pazartesi günü GKRY, Yunanistan, Mısır, Fransa, BAE Dışişleri Bakanları telekonferans aracılığıyla buluşup dokuz maddelik bir açıklama yaptı.
Açıklamanın iki maddesinde süreç anlatıldı, bir maddede amacın Doğu Akdeniz’in güvenliği ve istikrarı olduğu vurgulandı, beş maddede Türkiye yaptıklarından dolayı eleştirildi. Bir diğer maddede ise Libya’ya ateşkes çağrısı yer aldı.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki tüm devletlerin egemenlik haklarına saygı göstermesi istediği genel talebi saymazsak ilk eleştiri Kıbrıs’ın, yani GKRY’nin onlara göre meşru ve sınırları belli Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde Türkiye’nin sondaj yapmasınaydı. İkinci eleştiri Yunanistan’ın hava sahasını ihlal etmemiz nedeniyle yöneltilmişti.
Ama anlaşılan Bakanlar en çok Türkiye’nin Libya’ya, Libya’nın meşru hükümetine destek vermesinden rahatsız olmuştu. Libya’da çatışmaların artmasından duydukları rahatsızlığı not etmişler, Türkiye’nin Suriye’den Libya’ya yabancı savaşçı getirmesini, askeri yardımda bulunmasını eleştirmişlerdi.
***
Türkiye de doğal olarak buna karşılık verdi. Fakat nedense karşılık hukuki olabilecekken siyasi nitelikteydi. Belki de Dışişleri Bakanlığı ya da siyasi irade sorunun artık hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğu kanaati taşıyordu. Açıklamada Türkiye’nin uluslararası hukuk çerçevesinde meşru menfaatlerini korumak amacıyla attığı adımların haksız ve hukuksuz gerekçelerle çarpıtılması asla kabul edilemez deniyordu.
Söylenen siz ne derseniz deyin, biz çıkarlarımızı korumayı sürdüreceğiz, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarını sizin ve diğer devletlerin tekeline bırakmayacağız, Ege’deki haklarımızı koruyacağız, Libya’da da meşru rejimi desteklemeye devam edeceğimizdi. Ki zaten aksi de imkansızdı. Beş devlet bir araya gelip dokuz maddelik bir açıklama yaptı diye çıkarlarımızdan fedakarlık etmemiz mümkün değildi.
Dışişleri’nin açıklama metni belki biraz daha açıklayıcı olabilirdi. Ancak sonuç muhtemelen değişmezdi. Ne biz izahat yaptık diye onlar çıkarlarından vazgeçerler, ne de biz onlar nasılsa anladılar diye rahat edebilirdik. Çünkü sorun öncelikle Kıbrıs’ta. Kıbrıs sorunu çözülmeden türevlerinden kurtulmamız zor. Onun da çözümü, daha doğrusu yerleşik BM parametreli çerçevesinde çözümü çok zor.
Bana öyle geliyor ki, elli küsur yıldır gündemde olan, sayısız arabulucu ve BM Genel Sekreteri eskiten sorun, iki kesimli, iki toplumlu şekilde çözülemeyecek. Rum tarafı her geçen gün BM parametrelerinden daha çok uzaklaşacak. Meşru zannettiği zemini üstünden attığı adımlarla sorunun çözümünü daha da imkansız hale getirecek. Dikkat etmezsek Rumlar kurdukları ad-hoc ittifaklar marifetiyle bizi günün birinde sıcak bir çatışmanın içine çekecek.
Bu yüzden bizim, yani Türkiye’nin ve Türk tarafının, KKTC’nin Korona sonrası dünyaya açıklanacak yeni ve gerçekçi bir çözüm yöntemi üstünde düşünmesi şart. O zamana kadar da hem kendi sorunlarımızı çözmemizde, hem de Kıbrıslı Türklerle oluşan dargınlıkları, kırgınlıkları gidermemizde yarar var. Karamsarların imkansız diyeceğini biliyorum. Fakat bu durum hiçbir açıdan, hiçbir aktör için sürdürülebilir değil.
Ayrıca iyimser olalım, iyiyi hayal edelim ki “iyi” gerçekleşsin. Tüm bunların ötesinde de Türkiye’nin kendini dünyaya daha fazla anlatmaya, Libya ile imzaladığı antlaşmanın meşruiyetini vurgulamaya, Kıbrıs sorununun GKRY’nin AB üyeliğiyle bitmediğinin altını daha kalın çizmeye, Mısır’la ve hatta İsrail’le ilişkilerini düzeltmeye, bize “güvenebileceklerini” göstermeye, yani kısacası daha fazla diplomasiye ihtiyacı var.
***
Bir başka ihtiyaç da üslup değişikliği. Onun da iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi ifade ediliş tarzında, diğeri ise üslubun gizli içeriğini oluşturan kısmında, karşımızdakilerin bize bakarken, söylediklerimizi dinlerken düşündüklerinde. Her ikisini de değiştirmemiz gerekiyor. İlki görece daha kolay. İfadesini zaten Cumhurbaşkanı’nın AB’ye gönderdiği mesajda, insani yardımlara ek mektuplarda buluyor.
Mesele bunun genelleşmesinde, toplumsal kabul görmesinde, hakim medyanın diline yansımasında, dışarıdan bakanlarca samimi bulunmasında. İkincisi ise, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygıyla şekillenecek bir şey. Unutmayalım ki insan hakları her devletin güç kompozisyonun kurucu unsurları arasında yer alıyor.
Bazı devletler ya parası çok olduğundan ya da başka bir nedenden insan haklarına ihtiyaç duymayabiliyor. Ama biz duyuyoruz.
Özellikle de Korona salgınının ekonomik sorunlarımızı derinleştirdiği şu dönemde çok daha fazla duyuyoruz. Türkiye’nin sadece müzakere, mükafat ve tehditle ilişkilerini yönetmesi mümkün değil. Yumuşak gücümüzü pekiştirmemiz; çıkar ve beklentilerimizi görmezden gelen açıklamaların, pozisyon alışların sayı ve sıklığını azaltmak için çaba harcamamız; yeni üslubun içini dolduracak, insani yardımları anlam dünyalarına taşıyacak, Türkiye’yi anlaşılabilir kılacak tedbirler almamız gerekiyor…