Ne çok sorunla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzun farkında mısınız? Ekonomi kötü. Sadece Türkiye’ninki değil dünyanın geri kalanının da kötü. Bizim ki zamanında uygulanan politikalar yüzünden biraz daha kötü. Bırakın bugün asgari ücretli mavi yakalıyı ve düşük maaşlı emekliyi bir kenara çoğu vakıf üniversitesinde çalışan profesörlerin dahi ay sonunu getirmesi mucize. Evleri ve/veya başka bir yerden gelirleri yoksa aldıkları maaş yol ve kiraya ancak yeter.
Demokrasi deseniz dünyada sallantıda. Bizde daha da vahim durumda. Güç dengelerini korumak ve kollamakla görevli kurumlar anayasal fonksiyonlarını yerine getiremiyor. Mahkemeler ve iktidar AYM ve AİHM kararlarını dikkate almıyor. Keyfi uygulamalara her gün bir yenisi ekleniyor. Instagram’ı kapatarak ifade özgürlüğünü kısıtlıyor, kendini de ayağından vuruyor. Sesini duyurma, ülkesini tanıtma, malını pazarlama imkanlarından mahrum kalıyor.
Çoğumuz farkında olmasa da ciddi bir güvenlik sorunumuz var. Her an, herhangi bir zaman hiç istemediğimiz bir savaşa sürüklenmenin sınırında yaşıyoruz. Rusya’nın başlattığı, Amerika ve İngiltere’nin keyifle desteklediği savaş hem konvansiyonel hem de nükleer anlamda tırmanma ve yayılma tehlikesini içinde barındırıyor. Ukrayna’ya verilen her yeni silah sistemi dünya savaşı riskini biraz daha arttırıyor.
Savaş şu veya bu şekilde NATO üyesi ülkelerden birinin topraklarına sıçrasa bizim dahil olmamamız imkansıza yakın görünüyor. Coğrafi anlamda tırmanmasa bile talihsiz bir Ukrayna teşebbüsü, Rusya’nın nükleer karşılık verme riskini dışlamıyor. Birilerinin kazara bir düğmeye basması, karşı tarafın niyetini yanlış okuması da ayrı ama önemsenmeyen, dikkate alınmayan bir olasılık olarak duruyor.
Güney sınırlarımız da hiç tekin değil. İran ile İsrail’in çatışma potansiyeli sürekli artıyor. İsrail Filistin sorununu kendi istediği gibi çözmek için katliamlarını sürdürüyor. Herkes konuşuyor ama galiba Güney Afrika dışında kimse ciddiye alınacak bir şey yapmıyor. Suriye’deki iç savaş biz rejimiyle barışsak da devam edeceğe benziyor. Irak hala istikrasız ve dış müdahaleye açık. Lübnan ve Ürdün de zor günler geçiriyor.
Diğer yandan özelde Arap, genelde Müslüman dünyasının çaresizliği durumdan vazife çıkartmaya hazır terör örgütlerinin iştahını kabartıyor. Avrupa’daki durum da iç karartıcı. Hemen her yerde aşırı denen ırkçı sağ yükselişte. Geçtiğimiz günlerde küçük bir kasabada genç bir meczubun dans dersindeki kız çocuklarını bıçakla öldürmesi İngiltere’de ırkçı, göçmen ve tabii ki Müslüman karşıtı ayaklanmalara yol açtı.
Keir Starmer hükümeti ayaklanmaları, daha doğrusu şiddet eylemlerini bastırmakta, ülke çapına yayılmasını önlemekte büyük ölçüde çaresiz kaldı. Plymouth’dan Belfast’a pek çok şehir sağcı, ırkçı ve ayrımcı şiddetten nasibini aldı. Birleşik Krallık’ın Müslüman vatandaşları, onların iş ve ibadet yerleri zarar gördü. Polis tedbir alsa ve iktidar mensupları katılanları cezalandıracağını söylese de sonuç pek değişmeyecek gibi.
Hedef belli ki Müslüman nüfusu kendini savunmaya, güç kullanmaya sevk etmek. Böylece sağın taleplerinin ne denli haklı olduğunu geniş kesimlere kabul ettirmek. Belki o kadarını başaramayabilirler fakat büyük olasılıkla İşçi Partisi iktidarını göç karşıtı yeni ve daha sert politikalar benimsemeye mecbur bırakırlar. Ruanda’nin yıldızının göçmen deposu olarak parlamasına, vize almanın daha da eziyetli, daha da pahalı hale gelmesine yol açarlar.
Sorunun, ordu ve polise rağmen kontrol altına alınamamasıysa orada yaşayan Türkiye kökenlileri de etkiler. Türkiye’nin de tepki vermek zorunda kalmasına neden olur. Daha da vahimi organize olmadığı söylenen bu eylemlerin başarısı bizdekiler de dahil dünyanın başka yerlerindeki göçmen karşıtı örgütlü gruplara ve partilere ilham verir, emsal oluşturur. Bir süre sonra da toplumsal kırılmalar ve çatışmalar kaçınılmaz hale gelir.
Aşırı sağın yükselişiyle dünya siyasetindeki vahşetin kesişmesinin sinerjisi olasıdır ki medeniyetler aksındaki duygusal uçurumların büyümesine ve ne yazık ki El Kaide, IŞİD türevi örgütlerin kendilerine meşruiyet alanı yaratmasına yardımcı olur. Giderek artan ve büyüyen küresel adaletsizliğin de bu zeminine katkıda bulunmasını beklemek sanırım kehanet olmaz. Tabii ki daha önce Çin ve Amerika savaşmazsa ya da Avrupa’da “sınırlı” bir nükleer savaş çıkmazsa.
Aslında biraz daha bekleyebilsek bunların hiç birine gerek kalmadan insanlık kendi sonunu yarattığı ve bir türlü baş edemediği, aldığı tüm kararlara rağmen artışını durduramadığı sıcaklıkla, yani iklim kriziyle nasılsa getirecek. Petrol üreten ülkelerde sırayla düzenlenen COP toplantılarıyla iki derecelik sıcaklık artışının şimdi mi yoksa yüzyılın sonunda mı gerçekleşeceği, kimin ne yapması gerektiği tartışılırken her şey için yakında zaten çok geç olacak.
İçinizi karattığımın farkındayım ama bunların her biri hem ayrı ayrı hem de bir bütün olarak yüzleşmemiz gereken gerçekler. Kişisel gayretlerimize sorunlardan ya da kendimizde kaçsak, biri ya da bir kaçı beni etkilemez diye düşünsek, başımızı çevirip hedonist dünyalarımızda yaşasak da sonuç değişmiyor. Onlar yaz ya da kış, cumartesi ya da pazar demeden gelip bizi buluyor. Hepsini, belki hiç birini çözemeyiz ama istersek olan bitenin idrakine varabiliriz.
Yoksul olmasak da yoksulluğu anlamaya çalışabiliriz. Mesela çalıştırdığımın kazancı benim kaybım diye düşünmekten, onlardan kestiklerimizle kendimize daha lüks ve şaşalı bir hayat kurmaktan imtina edebiliriz. Ya da hukuksuzluğa, haksızlığa uğrayanlara bakıp onun yerinde ben olsam ne yapardım diye düşünebiliriz. Savaş çığırtkanlığından, göç sorunu üstünden siyaset yapmaktan vazgeçebiliriz. Hatta daha barışçıl, daha insancıl bile olabiliriz…