Geçtiğimiz haftanın en önemli olayı MİT’e ait olduğu söylenen bir silahlı insansız hava aracının (ANKA-S) kimilerine göre Ürdün’den, kimilerine göre Irak’tan kalkan bir Amerikan F16’sı tarafından düşürülmesiydi. Olay neresinden bakarsanız bakın tatsızdı.
Her şeyden önce aynı ittifaka üye olan iki ülkenin silahlı unsurları karşı karşıya gelmiş ve teknik olarak bakıldığında bir çatışma yaşanmıştı. Üstelik bu çatışma Türkiye Dışişleri Bakanı’nın yaptığı üçüncü taraflara uyarı içeren açıklamadan bir gün sonra olmuştu.
Amerika’nın PKK’ya verdiği ve bir türlü kesmediği destek düşünüldüğünde de 5 Ekim’de yaşanan bu tatsız olay tırmanma potansiyelini içinde barındırmakta, tarafları askeri ve siyasi açıdan karşı karşıya getirme riski taşımaktaydı.
PKK başta olmak üzere Rusya, İran ve Suriye’nin kazançlı, Türkiye ve Amerika’nın zararlı çıkacağı bir sürecin kapısını aralayabilirdi, sorun tırmanıp kontrolden çıkabilirdi. Ama neyse ki korkulan olmadı, iki taraf da itidalli davranmayı, yaşadıkları bu tatsızlık üstünden sorunlarının özünü konuşmayı seçti.
Tarafların yaptığı açıklamalara bakarsak SİHA’nın Amerikalılar tarafından tehdit olarak algılandığını, müdahalenin çatışmasızlık prosedürlerindeki bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını ancak Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki operasyonlarını etkilemediğini ve hatta bundan sonra da etkilemeyeceğini söyleyebiliriz.
Fakat iki ülke ilişkilerinin etkilenmeyeceğini söyleyemeyiz. Sebebi ve sonucu ne olursa olsun bu olay da Türk tarafının kollektif hafızasına Johnson Mektubu, Çuval Hadisesi, Muavenet Zıhlısı gibi metaforik anlamıyla kazınacak, kolay kolay unutulmayacak. Ambargolar ve muhtelif yaptırımlarla birlikte anılacak. Ders kitaplarında bile yer alacak.
Kabul edelim ki 5 Ekim perşembe günü yaşananlar hiç sıradan değil. Amerika sadece bir dronu düşürmüyor, aynı zamanda Türkiye’nin büyük bir kesiminin farklı sahalardaki askeri başarılarıyla gurur duyduğu bir hikayesini, anlatısını hedef alıyor. Hem de bunu kendisi kadar Türkiye’nin hasmını korumak için yapıyor.
Doğal olarak 5 Ekim Hadisesinin farklı yorumları da olacak. Amerika’yı suçlayanlar kadar, Türkiye’yi suçlayanlar da çıkacak. Dışişleri Bakanı’nın konuşmasının arkasında duramamasını, tırmandırma yerine uzlaşmayı seçmesini eleştirecek. Bazıları da plansız programsız hareket edildiğini, Türkiye’nin inandırıcığını yitirdiğini iddia edecek.
Şimdiden hangi yorumun haklı olduğunu bilmek zor. Elimizde yeterli veri yok. Benim mesleki içgüdüm bunun planlı ve programlı bir teşebbüs olduğunu, Amerika’nın siyasi tavır alışını etkilemeyi hedeflediğini, bir tür satranç oynandığını, amaca ulaşmak için bir SİHA’nın gözden çıkartılabileceğinin önceden düşünüldüğünü söylüyor.
Aksi takdirde kendisine doğru geldiği bilinmemesi imkansız olan bir savaş uçağına rağmen ona karşı koyma olanağı bulunmayan bir SİHA’nın geri çekilmemesini açıklayamayız. Bu olsa olsa bilinçli bir meydan okuma ve sonuçlarını yönetmek amacıyla kriz tırmandırma olabilir ki öyleyse başarısız olduğunu söylemek zor.
Muhtemelen ancak böylesi dramatik bir olayın Amerika’yı politikalarını gözden geçirmeye sevk edebileceği düşünüldü, piyon feda edilerek şah denebileceği göz önünde bulunduruldu. Dendi mi derseniz cevabım henüz belli değil olur. Şimdilik belli olan sadece bizim tarafın eğer amacınız gerçekten IŞİD’se onunla mücadeleye biz hazırız dediği.
Ama görünen o ki Amerika artık bir seçim yapmak zorunda. Çin ve Rusya ile uğraşırken Türkiye’yi yanına mı alacak yoksa karşısına mı? Bölgenin genelinde olduğu gibi Suriye’de de ortak mı hareket edecek yoksa hala bir terör örgütünün türevine dayanarak mı bu ülke ve dolayısıyla bölgedeki çıkar ve beklentilerini koruyacak?
Bana ibre giderek Türkiye’den yana dönüyor gibi geliyor. Umarım 5 Ekim Hadisesinden sonra Biden Yönetiminin yaşayacağı yeni siyasetlerini tahayyül dönemini üst perdeden ve üst düzeyden yapacağımız sert bir açıklamayla aleyhimize çevirmeyiz, bu sorunun yönetimini Dışişleri Bakanı’na ve diğer yetkililere bırakırız. Unutmayalım, derdimiz bağcı dövmek değil üzüm yemek…