Türkiye ekonomisini, siyasetini ve dünyayla ilişkilerini derinden etkileyebilecek bir krizi daha kontrolden çıkmadan geride bıraktı. Kavala davasının seyrine ilişkin kaygılarını kamuoyuyla paylaşan ülkelerin temsilcileri pazartesi günü yaptıkları açıklamayla iç işlerine karışmama prensibine bağlılıklarının sürdüğünü teyit ederek bize, belki bir ölçüde de kendi ülkelerine onurlu bir çıkış yolu sağladı.
Muhtemelen bundan sonra bir davanın seyrine ya da başka bir insan hakkı ihlaline ilişkin kaygılarını farklı yöntemlerle dile getirecekler, hassasiyetlere saygı göstereceklerdir. Umarım Türkiye de hukukun üstünlüğünü sağlamada hassasiyet gösterir. Çünkü yöntem konusunda uzlaşmaya varılmış olması bu devletlerin içerik konusundaki görüşlerinin değiştiği anlamına gelmiyor.
***
Zaten bazıları şimdiden değişmediğini açıkladı. Amerikalılar ise vurguladı. Belli ki uyarı ve hatırlatmalar bundan sonra da sürecek, Kavala davası ve Türkiye’nin AİHM kararlarına uymama ısrarı ABD ve AB başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesiyle olan ilişkilerinde kriz öncesiyle karşılaştırıldığında müzakere gündemlerinin daha ön sıralarında yer alacak.
Unutmayalım ki, insan hakları sorunları devletlerin iç işi olmaktan çoktandır çıktı. Ülkelerdeki yerleşik temsilciler tarafından dile getirilmezse başkaları tarafından mutlaka dile getiriyor. Mükemmel olmasa da insan haklarını korumak için imzalanmış sözleşmeler, Avrupa Konseyi ve AİHM gibi kurumlar, hatta ağır insan hakları ihlallerini cezalandıracak uluslararası mahkemeler bile var.
Bosna Savaşı ve 20’inci yüzyılın son insan kıyımları yeni bir doktrinin ortaya çıkmasına, ağır insan hakları ihlalleri olma olasılığı karşısında önleyici müdahalenin bir sorumluluk olarak addedilmesine yol açtı. İşkenceyi önlemek için özel rejimler, yapılar kuruldu. İfade özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazları arasına katıldı. Amerika’nın Çin’le rekabeti de insan haklarını jeopolitik anlatının içine taşıdı.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki ittifakların varlık nedeni dahi demokrasi ve insan hakları üstünden meşrulaştırılıyor. Kavala açıklamasını yapan 10 ülkenin Ankara’daki diplomatik temsilcilikleri 1961 tarihli Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesiyle nasıl bağlıysa, bizim de 1950 tarihi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46’ıncı maddesine bağlı olmamız, yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını kabul etmemiz ve uygulamamız gerekiyor.
Başkalarının bize akıl vermesini, şu veya bu şekilde eleştirilmemizi engellemenin yolu da akıl verecekleri, eleştirecekleri koşulları ortadan kaldırmaktan, hukukun üstünlüğünü hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde sağlamaktan geçiyor. AB’nin ve ABD’nin kötü veya seçici olması, PYD ya da PKK’yı desteklemesi bu durumu değiştirmiyor. İnsan hakları sicillerinin kirli olması da fark etmiyor.
Dahası hasım gördükleri ülkeleri eleştirmeleri, menfaatleri olanların yaptıklarını görmezden gelmeleri de bizi ya da mesela AİHS’inin 46’ıncı maddesini ihlal eden başka bir imzacı devleti haklı çıkartmıyor. İnsan hakları normlarına uyum temel kriter. Başkalarının performansından bağımsız olarak bizim bu kriteri öncelikle kendimiz için, sonra da dünyayla olan ilişkilerimizi sağlıklı bir zemine oturtmak için yerine getirmemiz şart.
Konusunun dışında, krizin kendisinden de çıkartmamız gereken dersler var. Kriz yönetiminde başarılı olduğumuz, tehdit ve tırmandırmayla sorunu en üst düzeyin ya da düzeylerin gündemine soktuğumuz, sonra da pazarlık ettiğimiz doğru. Ancak her sorunun pazarlığa açık olmadığını, sorunları araçsallaştırmanın her zaman olumlu sonuçlar doğurmadığını da görmemiz, anlamamız gerekiyor.
Üstelik tırmanan, tırmandırılan her sorun da Türkiye’nin üstüne ciddi bir maliyet yüklüyor. Türk lirasının değerinin bir kuruşluk kaybı dahi sabit gelirlilerin üstüne yük olarak biniyor. Daha fazla benzin parası, daha fazla gaz parası ödüyorlar. Gereği tartışmalı krizler için refahlarından daha çok fedakârlık ediyorlar. Üstelik krizin nedeni insan hakkı ihlali olunca bundan Türkiye markası da zarar görüyor, pazarlık gücümüz erozyona uğruyor.
Bizim huzurumuzu, istikrarımızı, refahımızı korumamız, sorunlarımızı beklentilerimize uygun şekilde çözebilmemiz ya da yönetebilmemiz dünyayla kavga etmemizle değil uyum içinde yaşamamızla, kurallarına ve normlarına, güç dengelerine ve gerçeklerine göre hareket etmemizle mümkün. Beğenmediğimiz normları değiştirmek için çaba harcayalım ama artık ihlal etmeyelim. Gücümüzün ve etkimizin sınırlarını bilelim, sabırları zorlayıp ara çözümlere razı olmayalım.
***
Bize bir daha yaptıkları bir şeyi yapacaklarını, uydukları bir norma uyacaklarını taahhüt etmesinler. Biz de yapamayacağımız, yapmak istemeyeceğimiz, sonuçlarına katlanmayı arzu etmeyeceğimiz tehditlerde bulunmayalım. Hep birlikte biraz daha rasyonel olalım, kriz yönetim tekniğimizi artık okuduklarını, anladıklarını, ‘brinkmanship’ politikasının, uçurum kenarında siyaset yapmanın, bu biçimde kriz yönetmenin sonuna geldiğimizi bilelim.
Krizlerin bizim anlayamadığımız, göremediğimiz bir siyasi-rasyonel mantığı varsa onun da gerçekleşip gerçekleşmediğini test edelim. Tırmandırmanın mı yoksa sonuçlandırılmanın mı başarı olduğuna bakalım. Hepsinden önemlisi de çıkış yolunu Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesinde bulanları -onlar her kimse-kutlayalım, takdir edelim. Ne de olsa Türkiye’yi de iktidar bloğunu da, bir ölçüde dünyayı da zor durumdan kurtaranlar onlar…