Dün bu yazının kalem alındığı saatlerde ABD başkanlık seçimlerini kimin kazandığı belli olmamış ama kimin kazanacağı şüpheye pek yer bırakmayacak şekilde anlaşılmıştı. 270 ikincil seçmenin oyunu garantilemesi gereken Joe Biden 253’ünün desteğini sağlamışken, Donald Trump 214’de kalmıştı. Seçimin kaderini belirleyecek eyaletlerde de Biden-Harris ikilisi öndeydi. Siz bu yazıyı okurken Biden’in 270 sınırını geçtiği büyük bir olasılıkla ilan edilmiş olacak, 14 Aralık itibarıyla Seçiciler Kurulu oylarını kullanıp seçim sürecini tamamlayacak.
20 Ocak 2021’de de Joseph Robinette Biden Jr. dünyanın pek çok açıdan en güçlü ve aynı zamanda en etkili devletinin başkanlık koltuğuna oturacak. Esası değişmese de Amerika Birleşik Devletleri’nin dış politikasına yeni bir üslup ve dil gelecek, kabalık ve kibir yerini muhtemelen diplomasiye ve çok taraflılığa, konsensüs yaratma önceliğine bırakacak, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ve içinde Amerikan hegemonyası barından örgütler ve rejimler korunmaya, kollanmaya çalışılacak, insan hakları ve demokrasi gibi konulara çıkarlara, ülke içi hassasiyetlere zarar vermediği oranda Trump yönetiminden fazla önem atfedilecek.
* * *
Biden yönetiminin Ortadoğu’ya daha dengeli bakacağını, İran ile varılan 2015 mutabakatını canlandırmaya çalışacağını, bunun da BAE-Suudi Arabistan ikilisinin gücünü bir ölçüde kıracağını varsayabiliriz. Filistinlilerin beklentilerine daha açık olacağını ancak Kudüs’ün statüsündeki değişim eğilimini durdurmak için çaba harcamayacağını da söyleyebiliriz. Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren Suriye, Doğu Akdeniz, Kıbrıs gibi alanlarda da (bizim de katkımızla) ara çözümler, en azından sorunları dondurmaya yönelik inisiyatifler geliştirilebileceğini düşünebiliriz.
Umarım James Jeffrey’in başlattığı PKK’yı PYD/SDF’den ayırma girişimi sürdürülür, Türkiye’nin meşru güvenlik endişeleri meşru olarak görülmeye devam edilir. Eğer Brett McGurck gibi soruna PKK açısından bakan eski koordinatörler ve yetkililer görevlerine iade edilmezse, Suriye’de de başka yerlerde de Türkiye için sorunlarını yönetmek eski yönetime göre daha kolay olabilir. Kıbrıs’ta bile daha dengeli bir yaklaşımla karşılaşabiliriz.
Azerbaycan-Ermenistan ihtilafında ise sorumluluğun devredilmesine kadar geçecek sürede Azerbaycan’ın askeri ve siyasi hedeflerine ulaşacağını, Biden dönemine yeni statükonun korunmasının kalacağını, dolayısıyla da Türkiye’ye bu konuda baskı yapılmasının gündeme gelmeyeceğini zannediyorum. Diğer yandan Ermenilerin toprak kayıplarının soykırım kararıyla tazmin ve tatmin edilmesinin güçlü bir olasılık olduğunu da belirtmem gerek.
İkili ilişkilerde başka sorunların da olduğu gerçek. Halk Bankası krizi hala tam olarak aşılamadı. Onlar açısından bakıldığında S-400, bizim açımızdan bakıldığı F-35 diye bir başka sorunumuz daha var. Bana istenirse bunların hepsinde orta yol bulunabilir, iki ülke ilişkilerinin daha fazla erozyona uğraması, Türkiye’nin kendisine ve uzun erimli çıkarlarına zarar vererek üyesi olduğu ittifaktan kopması, ilişkilerini bir süredir iyice soğuttuğu müttefikinden uzaklaşması durdurulabilir gibi geliyor.
Mesela denemesi zaten yapılmış S-400’ler Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek ciddi bir krize kadar ve F-35 şartına bağlanarak makul bir yerde depolanabilir. Zaten sorunlardan biri çözüldüğünde yansıması diğer alanlara da hissedilir, iki ülke ilişkilerinde sıçrama ve normalleşme gerçekleşir.
Ancak Ankara’nın Washington’daki değişimi iyi okumasında yarar var. Karşımızdaki sınama kimin kimden daha iyi olduğunun tespiti değil. Asıl mesele yeni yönetimin hangi konularda pazarlığa ve ne tür pazarlığa açık olduğu. Trump iyi bir tüccar olarak pazarlık etmeyi seviyordu. Bu da bize ve bizim gibi ülkelere sorunları tırmandırarak, “brinkmanship” vasıtasıyla krizleri yönetme imkanı sunuyordu.
Yeni yönetim -anlaşıldığı kadarıyla- bu tür pazarlığa pek açık olmayacak, Türkiye’nin özellikle Demokratik Parti çevresindeki algısı da dikkate alınırsa, tepkisi müzakereden çok yaptırıma yönelik olacak. Türkiye’nin bu yüzden açık-kapalı her türlü pazarlığın içinde şekilleneceği, yoğrulacağı algısını yönetmesi gerekecek. Bu da lobi şirketleri marifetiyle, konseylerin etkinlikleriyle değil kendi içinde gerçekleştireceği değişimle, daha fazla insan hakları, daha çok demokrasiyle mümkün.
Sembol davaların hukuka, yasalara uygun şekilde bitirilmesi, Türkiye’nin Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uyumunda sorun olmadığı göstermesi iyi bir başlangıç olur. Ankara’nın dikkatte alması gereken ve emimin ki aldığı bir başka unsur da Kongre-Yönetim dengesi olacaktır. Cumhuriyetçilerin ağırlıkta olduğu bir Senato Türkiye’nin çıkarlarının korunması açısından kolaylık sağlayabilir. Doğal olarak kişiliklerin, aidiyetlerin, seçim bölgelerinin, lobilerin ve partiler üstü kabul edilen konuların etkisinin olacağını da unutmamak kaydıyla.
* * *
Sona kalmasına rağmen ikili ilişkiler açısından önemi yadsınamayacak bir başka konu da Biden’in kimlerle çalışacağı, bizi doğrudan ilgilendiren Dışişleri ve Savunma Bakanları ile Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın kimler olacağı. Cumartesi günkü New York Times aralarında Michéle Flournoy, Susan Rice, Antony Blinken gibi Türkiye’nin tanıdığı birkaç olası isim sıralamıştı. Bakılmasında, okunmasında, temas noktaları aranmasında ve beklenti analizleri yapılmasında fayda olabilir. İsmi geçen veya geçecek bakan yardımcılarını da unutmamak gerek.
Bir de Başkan Yardımcısı Kamala Devi Harris’i hafife almayalım derim. O eğitimi, eski mesleği ve eğilimi gereği daha çok içeriyle, ülkenin hukuk sorunlarıyla ilgileneceğe benzer. Ancak profili ilginç ve iddialı, bizi doğrudan ilgilendiren karar süreçlerinde de aktif olarak yer alırsa hiç şaşırtıcı olmaz. Senatörlüğü döneminde Irak ve Ürdün’ü ziyaret ettiğini, İstihbarat Komitesi’nde görev yaptığına da bir yerlere not edelim. Hakkında çok bilgi var ama yazdığı ya da belki yazdırdığı “The Truth We Hold” (Penguin: 2019) kitabını vakti, ilgisi ve ikili ilişkilerin seyrinde sorumluluğu olanların okuması gerekebilir. Mutlu ve huzurlu bir tatil günü dileğiyle…