Türkiye ile Yunanistan arasında sorun çok. Adaların silahlanmasından hava sahasının genişliğine, kıta sahanlığından münhasır ekonomik bölgeye, kara sularından Kıbrıs’a pek çok konu on yıllardır çözüm bekliyor. Diplomatlar konuşuyor, siyasiler niyet beyanında bulunuyor fakat çözüm yolunda adım atılamıyor. Taraflar çözümün yöntemi üstünde dahi anlaşamıyor.
Bir taraf hak derken, diğer taraf hakkaniyet diyor. Yunanistan Ege’nin ve bir ölçüde Kıbrıs’ın kendine ait olması gerektiğine inanıyor. Giderek Akdeniz’e de sahip çıkmaya çalışıyor. Türkiye çok büyük biz ona ne yaparız ki argümanının arkasına sığınıyor, bizim konjonktürel zaafiyetlerimizden ve kendisinin AB üyeliğinden faydalanıyor.
Son bir kaç yıldır da ABD ve özellikle Fransa ile geliştirdiği ilişkilerine bariz şekilde güveniyor. Belli ki Yunanistan görünür bir gelecekte hiç bir sorunun çözümü için samimi çaba harcamayacak, Türkiye’nin imaj erozyonundan yararlanmayı, kendi çıkarlarını maksimize etmek için çalışmayı sürdürecek. Önüne çıkan her fırsatı değerlendirecek.
Türkiye de kapsamlı bir uzlaşma olmadan bugüne kadar savunduğu pozisyonlarından geri adım atmayacak, süreci biraz “brinkmanship’le”, mümkün olduğunca da yürürlükteki güven arttırıcı önlemlerle yönetmeye gayret edecek. Genellikle haklı nedenlere dayanan, üstelik iç politikada da prim yapan Yunanistan eleştirilerine devam edecek.
Seçim arifesindeki Yunanistan da farklı davranmayacak. Yani bundan önce olduğu gibi bundan sonra da çıkarlar çatışacak, bir tarafın kazancı diğer tarafın kaybı olarak görülecek, iki ülke birbirini ve siyasi liderliklerinin tavır alışını sorun edecek, basın ve sosyal medyada ötekileştirici haber ve yorumlar ağırlığını, dolayısıyla da etkisini koruyacak.
Yunanistan olasıdır ki Girit adasının güneyindeki kara sularını 12 mile çıkartmak isteyecek, bu da ilişkilerin daha karmaşık hale gelmesine yol açacak. İdeal olan, hakkaniyete ve hukuka dayanan, iki ülkenin de çıkarlarını optimum düzeyde koruyan, mesela İsrail ile Lübnan arasındaki deniz sınırlarının belirlenmesi mutabakatından ilham alan bir anlaşma için beklememiz gerekecek.
Ama neyse ki diyalog kanallarının yeniden açılması için çok beklememiz gerekmeyecek. Çünkü her iki tarafta da böyle bir irade mevcut. İki taraf da sorunların yönetilebilir olmaktan çıkmamasını, heyecanlı bir askerin veya yolunu şaşırmış bir balıkçının iki ülke arasında tırmanmaya, krize ve hatta çatışmaya yol açmamasını istiyor.
En azından Pazartesi günü Türk-Yunan Forumu’nun üyeleri olarak Atina Büyükelçimiz Burak Özügergin’le ettiğimiz kahvaltıdan sonra buluştuğumuz Yunanistan Dışileri Bakanı Nikos Dendias’ın beklentisi bu yönde. O, arkadaşım dediği muhatabı Mevlüt Çavuşoğlu ile diyalog kanallarının açılmasının şart olduğunu düşünüyor.
Eski Atina Büyükelçimiz Hasan Göğüş’ün T24’deki köşesinde yazdığı gibi Dendias ayrıca iki ülke arasında çözülemeyecek sorunu olmadığının, istikşafi görüşmelerde önemli ilerlemeler kaydedildiğinin, iki ülkede gerçekleşecek seçimler öncesinde değilse de sonrasında bir fırsat penceresi oluşabileceğinin altını çiziyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da benzer şekilde düşünmeye başladığı, her ne kadar Başbakan Kyriakos Mitsotakis ile Amerika’daki pek çok açıdan rahatsız edici konuşması sonrasında görüşmeyeceğini söylese de NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile hafta içindeki buluşmasının basına aktarılan özetinden diyalogdan yana olduğu anlaşılıyor.
Umarız bu fırsat kaçmaz, iki ülke arasındaki diyalog kanalları beklentiler yükselmeden, konuşunca her türlü sorunun çözülebileceği varsayılmadan açılır. Siyasi ve teknik düzeyde konuşmalar iki tarafça da önşarta bağlanmaz, sorunların çözümü değil yönetimi esas alınarak hareket edilir. Ve Türkiye Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın uzattığı eli havada bırakmaz.
Unutmayalım ki diyalog herkesten çok Türkiye’nin yararına. Tırmandırmayla sorun yönetebilmemiz artık giderek daha da zorlaşmaya, maliyeti getirisinden daha da fazla olmaya başladı. Bizim Yunanistan üstündeki baskıyı siyasi ve askeri olmaktan çıkartıp hukuki ve ahlaki hale getirmemiz, haklarımızı, çıkarlarımızı dillendirirken yeni bir üslup benimsememiz şart.
Adalar silahlandı diye bize iadesini istemek, haklıyken haksız olmaktan başka bir işe yaramıyor. Dünyaya silahlanmanın bizim için neden ve nasıl tehdit oluşturduğunu, doğrudan tarafı olmadığımız antlaşmaların hangi maddelerinin ne tür bir silahsızlanmayı yasakladığını anlatmamız, anlatabilmemiz, Libya ile 27 Kasım 2019’da imzaladığımız MOU gibi önleyici ve yaratıcı diplomatik müdahalelere ağırlık vermemiz gerekiyor.
Daha yapılacak, yapılabilecek çok şey var. Yunanistan’ı farklı konularda Adalet Divanı’na “şikayet etmek” de bunlar arasında. İstendikten sonra diplomaside çareler tükenmiyor. Bazen bir sivil toplum inisiyatifinin temasları bile ikili ilişkilerde fırsatlar ortaya çıkartabiliyor. Yeter ki isteyelim, diyaloga ve müzakereye en zor zamanlarda dahi imkan tanıyalım. Bir de tehdit dilini hukuk terminolojisine dönüştürelim…