Bugün bayram. Mutlu, huzurlu ve umutlu olmamız gereken bir gün. Bazılarımız bunu sağladığı tatil imkanında, bazılarımız da getirdiği manevi ve uhrevi tatminde arıyor. Ama sonuçta gündelikten kaçmaya, hayatının normal akışına ara vermeye çalışıyor. Ancak hayat peşimizi kolay kolay bırakmıyor. Savaşlar devam ediyor, iklim krizi derinleşiyor ve ne yazık ki bugün paylaşmayla hatırladığımız “insanlığın” önemli bir kısmı her türlü sefalet sınırının altında yaşıyor.
Yapılan araştırmalara göre 2024 itibarıyla dünya nüfusunun yüzde 25’i 3.65 doların altında yani 110 TL civarında bir günlük gelire sahip ve bu gelirle bütün ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Yüzde 47’sinin geliri 6.85 dolar sınırının altında, yüzde 84’de günlük 30 dolar, aylık 900 dolardan az bir gelirle idare etmek durumunda. En vahim durumda olan 10 ülkenin başında da Güney Sudan bulunuyor.
Ekonomik kalkınma çok daha kötü olan yoksulluğu biraz olsun azaltmış ama gidilecek daha uzun bir yol var. Dünyada hala 2.2 milyar insanın sağlıklı sayılabilecek içme suyuna ulaşma imkanı yok. 115 milyon içeceği suyu çamaşırını yıkadığı, kanalizasyonunun aktığı nehirlerden sağlıyor. 59 ülkede 282 milyon insan akut yiyecek sıkıntısı çekiyor. 43 milyon insan mülteci konumunda, 120 milyonu da zorla yerinden edilmiş halde.
Bunda savaşların, müdahalelerin, otoriter yönetimlerin yarattığı sorunların katkısı olduğuna şüphe yok. Bir türlü yönetilemeyen iklim krizi de açlığı ve sefaleti körüklüyor. Sadece Ukrayna Savaşı’nın dayattığı tahıl ve gübre fiyatları artışı dahi küresel sefalet üstünde başlı başına bir etken. Bir de Gazze’de olduğu gibi açlığın silah olarak kullanılmasının yarattığı sorunlar ve yardımlara bağlı yaşayan insanlar var.
Fakat asıl mesele gelir dağılımındaki küresel adaletsizlikte. Son Oxfam raporunda da vurgulandığı gibi bir tarafta açlık çeken, sefalet içinde yaşayan milyarca insan var, öte yanda servetine saatte 14 milyon dolar katan dünyanın en zengin beş kişisi. Yüzde birlik bir kesim dünya finans kaynaklarının yüzde 43’ü elinde bulundururken insanlığın bugünkü anlamıyla yoksulluktan kurtulması için 229 yıl beklemesi gerekiyor.
O da her şey sabit kaldığı, iklimin yerinde durduğu, büyük savaşların çıkmadığı, çok uluslu şirketlerin kar hırslarının artmadığı, yapay zekanın insanın yerini almadığı, insan kaynakları departmanlarının daha fazla insan daha kolay ve daha etkin nasıl sömürülür diye yeni ve yaratıcı yöntemler bulmadığı bir dünyada. Yani iktisatçıların ceteris paribus dediği, hayatın doğal akışına uymayan bir teorik evrende insanlık 229 yıl sonra açlıktan kurtulma şansına sahip olacak.
Neyse ki bu sistem var olduğu sürece servetleri ve yaşam tarzlarıyla iftihar ettiğimiz, özendiğimiz, taklit etmek için çaba harcadığımız, kendimize rol model gördüğümüz zenginlerimiz hep olacak. Zengin olma tekeli de bir kaç ülkeyle sınırlı kalmayacak. Fortune 500 listelerinde daha çok Hintli, Çinli, Rus, Ukraynalı, Nijeryalı ve Türkiyeli yer alacak. Gazeteler, dergiler, televizyonlar ve her türlü sosyal medya kanalı onların başarılarını kutsarken sıradanlığımızı aşağılayacak. Biz de sorunlarımızla avunacak, birbirimizle savaşacak, aidiyetlerimizle övünüp ötekileştirme süreçleri içinde yaşamayı, yabancıdan ve özellikle de mülteciden nefret etmeyi ilke edinerek, geleneğe ve inanca sarılarak, bazen spordan bazen de sanattan zevk alarak, güzel yemek yediğimize sevinerek, sevdiklerimizi görünce haz duyarak neden yoksul olduğumuz sorusunu sormadan bundan önce olduğu gibi bundan sonra da yaşamımızı sürdüreceğiz. Bana on binlerce yıldır bu şekilde yaşayan, katmanlı ve sınıflı dünyayı sembolleriyle birlikte meşru kabul eden bir insanlığın yeni bir idrak düzeyine ulaşması, eleştirisini birey ya da parti politikası ötesine taşıması, sistemi sorgulayıp onun hegemonik kontrol mekanizmalarını aşması, farklı bir bilinç düzeyine ulaşması itiraf etmeliyim ki imkansız görünüyor.
229 yıl sonra belki yoksulluk gerçekten kalmaz ama küresel eşitsizlik korkarım katlanır. Dolar trilyonerlerimiz, bol bol da milyarderlerimiz olur. Tabii ki ondan önce nükleer bir savaşta ya da tırmanmasının durdurulamadığı iklim krizinin yaratacağı felaketlerden birinde yok olmazsak. Unutmayalım ki her ikisi de yoksulluğun ortadan kaldırılmasından çok daha yüksek olasılıklarla kendini dayatıyor.
İsviçre’de toplanan ülkeler Rusyasız bir Avrupa barışı hayali kurarken, Rusya maksimalist pozisyonundan vazgeçmiyor. Savaş da yardımlarla ve jeopolitik öngörüsüzlükle sürekli tırmanıyor. Üstelik Soğuk Savaş’ın görece istikrarını sağlayan ABM Antlaşması başta olmak üzere hiç bir mekanizma da artık yerli yerinde bulunmuyor. Dahası Çin Amerika’yı, Amerika Çin’i rahatsız ediyor. İki ülke giderek artan bir hızla birbirini hasımlaştırıyor.
Bölgesel krizler bölgesel savaşları değilse bile bölgesel sarsıntıları beraberinde getiriyor. İran nükleerleşme eşiğinde duruyor, İsrail’se bir kez daha genişleme. Avrupa’da aşırı sağın yükselişi aklı başında herkesi korkutuyor. İklim derseniz yüzyılın sonu için öngörülen 2 derecelik sıcaklık artışını şimdiden test ediyor. Ormanlar yanıyor, olağan dışı seller, kuraklıklar, kasırgalar eş zamanlı olarak yaşanıyor.
Diğer yandan tüm bu karamsar tabloya, geleceğin distopik betimine rağmen bizim de hayatımızı bir şekilde sürdürmemiz, sistem ve hakim anlayışla optimum uyum içinde olmamız, bu dünyadaki sınırlı zamanımızı keder, hüzün, hınç ve pişmanlıkla geçirmememiz gerekiyor. Bu tür tatsız, karamsar yazıların bizi rehin almaması şart. İnanç ve gelenek sayesinde yoksulluğu paylaşmaya niyetlendiğimiz bu günlerde biraz düşünmemiz yeterli.
Çok istersek belki bir kaç rapor okuyabiliriz. Benim tavsiyem önerilerini gerçekçi bulmasam da tespitlerine katıldığım Oxfam’ın Davos toplantıları için son yedi yıldır hazırladığı raporlar. Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Bankası’nın bulguları da ilginizi çekebilir. Son olarak Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin hazırladıklarına da bakın der, huzurlu ve mutlu bir bayram geçirmenizi dilerim…