Türkiye son bir kaç yüzyıldır hem batılılaşmaya hem de Batı ile birlikte hareket etmeye çalışıyor. Mümkün olduğunda bu bloğun içindeki kırılmalardan yararlanıyor, bir büyük devleti diğerine karşı kullanıyor. Olmadığında da yakınlaşmaya, benzeşmeye gayret ediyor. Bazen baskıyla, bazen de kendi iradesiyle reformlar yapıyor ama istese de istemese de sonuçta değişiyor. Bugün tüm eksiklerimize rağmen Batı’ya benzeyen, onun kendi özgün tarihi içinde yarattığı değerlerden referans alan bir siyasi anlayışımız var.
Demokrasiyi tam uygulamasak da rejim meşruiyetini seçimlerden alıyor, insan haklarını ihlal etsek de varlığını, hakkın insana doğumuyla bahşedildiği iddiasını sorgulamıyoruz. Hala Avrupa Konseyi’ne üyeyiz, Parlamenterler Meclisi’ne vekil gönderiyoruz. AİHM kararlarını uygulamasak bile uygulamamaya gerekçe üretmek zorunda hissediyoruz. Demokrasiye korumak için kurulduğunu beyan eden NATO’dayız. AGİT’in ve daha pek çok örgütün üyesiyiz. Yakın zamana kadar AB üyesi dahi olmak istiyorduk.
Bu anlayışın değişmesi, siyasi meşruiyetin ve hatta aidiyetin başka bir zeminde aranması çok zor. Zaten sadece biz değil dünyanın geri kalanı da siyasi referansını büyük ölçüde Batı’dan alıyor. Son bir yüzyılda çıkan alternatif sistemlerin dahi kaynağında Batı düşüncesi var. Mao Çinli ama unutmayalım ki ilhamını aldığı Marx Alman. Çin’in bir süredir uyguladığı ve başarılı olduğu kalkınma stratejisi de Batılı, yani kapitalist. Özünde sermaye birikimine, rekabete, artı değer sömürüsüne dayanıyor. Ne Rusya, ne de İran ya da herhangi bir Arap ülkesi farklı durumda.
Siyasi meşruiyetin kaynağı değişebiliyor fakat sistem değişmiyor. Hepimiz bir şekilde kurulu dünya düzeninin parçasıyız. Bazılarımız daha iyi uyum sağlayıp daha rahat hareket ediyor, bazılarımız kendisi için de iyi olan, refahını, istikrarını koruyacak, güvenliğini arttıracak kurallara direnip Batı gibi olmadan Batı ile birlikte hareket etmeyi seçiyor. Hegemonya mücadelesi ve her türlü rekabet de eş zamanlı olarak sürüyor. Çıkarlarının örtüştüğü ve çatıştığı ama temel bazı değerlerin de olduğu, bazıları için mücadele edildiği bir dünyada yaşıyoruz. İlişkilerimizi zaman zaman çıkarlar, zaman zaman da değerler üstünden tanımlıyoruz.
Şimdi Türkiye olarak değerlerden çok çıkarlar üstünden ilişki tanımladığımız bir dönemdeyiz. ABD ile Afganistan konuşuyoruz, AB ile mülteciler. Çıkarlarımızın örtüştüğü alanları, çatıştığı alanları dengelemek amacıyla kullanıyoruz. Ortak değerler günümüzde fazla bir anlam ifade etmiyor. AB de, ABD de bizi insan hakları sorunlarımız yüzünden eleştiriyor ancak insan hakları ilişkilerinin ön koşulu değil. Gündemi S-400’ler, Doğu Akdeniz, Kıbrıs gibi sorunlar belirliyor. Hafif de olsa yaptırımlar bu sorunların onların istediği şekilde çözülmesi amacıyla uygulanıyor.
Bundan 10 küsur yıl öncesinden her anlamda farklı bir konumdayız. Demokrasi referanslarımız, içkin kültürel özelliklerimiz ilişkilerimizin temel parametrelerini belirlemiyor. Arz da kalmadı, talep de bitti. Ne kimsenin Türkiye’nin yarattığı emsale ihtiyacı var, ne de bizim emsal yaratacak gücümüz. Konjonktür de değişti, biz de değiştik. AB ve ABD Türkiye ile olan ilişkilerini yeniden belirledi. NATO zirvesi ve son AB toplantısı ilişki kurma biçimlerimizde yeni bir milada işaret ediyor. Bizim onlara benzememiz değil onların makro çıkarlarıyla örtüşen bir politika izlememiz bekleniyor.
Paradoksal görünebilir ama dış ve güvenlik politikamız açısından bakıldığında böylesi daha iyi. Sahip olmadığımız imkanlarımızla pazarlık edeceğimize sahip olduklarımızla pazarlık ediyoruz. Sevmeseler, yaptıklarını, uygulamalarını benimsemeseler de Türkiye’nin gücüne ve bölgesindeki etkisine istinaden bizimle ilişki kurmak, pozitif gündemler yaratmak, çıkar ve hassasiyetlerimize dikkat etmek ihtiyacı hissediyorlar. Kötü olan tarafı ise iktidar bloğu üstündeki dış baskının kalkmış olması, insan hakları ve demokrasi gibi sorunların etkisi tartışmalı kurumlara havale edilmesi.
Ancak bu sürdürülebilir bir durum ve tutum değil. Bir yanda üyesi olduğumuz ittifak demokrasiyle bağını yeniden kurarken, Çin’i ve Rusya’yı demokrasi açığı, insan hakları ihlalleri üstünden eleştirirken, NATO üyesi bir ülkenin sorunları uzun süre görmezden gelinemez. AB ve NATO bildirgelerinin satır aralarında kalan tespitler bir süre sonra karşımıza çözülmesi gereken sorunlar olarak çıkar. Özellikle de Biden’ın küresel demokrasiyi, büyük ölçüde Çin’le ilişkisi bağlamında, kendine dert edinmesi sonrasında.
Bana öyle geliyor ki Türkiye’nin, Türkiye’yi yönetenlerin al-vere dayalı bu dominant ilişki biçimi yüzünden rehavete kapılmamasında yarar var. Hiç bir şey için değilse bile araçsallaştırılmasının önlenmesi, karşımıza pazarlık ve fedakarlık etmemiz gereken sorunlar olarak çıkmaması için demokrasi açığımızın, insan hakları ihlallerimizi ve en az onlar kadar önemlisi son ifşaatlarla iyice ortalığa dökülen kapsamı belli ki çok geniş sorunlarımızın bir an önce çözülmesi gerekiyor. Çünkü örtüşen çıkarlar yüzünden görmezden gelmenin dahi bir sınırı var…