Önümde bir dergi, bir de kitap var. Dergi biraz eski. 2011 sonunda yayınlanmış ve dünyanın 100 önemli düşünürünü, daha doğrusu fikir üreten insanını belirlemiş. Özel sayısında Erdoğan ve Davutoğlu 16’ncı sırada birlikte yer alıyor. Amerika’nın etkili dergisi Foreign Policy onlardan övgüyle söz ediyor. Erdoğan’ın Hüsnü Mubarek’e koltuğunu bırakması gerektiğini söyleyen ilk lider olduğunu vurguluyor.
Biliyorum, biraz karamsarsanız, Türkiye’nin içinde ve dışında yaşananları takip ediyorsanız, belli başlı Avrupa ve Amerika gazetelerini okuyorsanız bunun artık geçmişte kaldığını, Türkiye’nin bambaşka bir noktaya geldiğini, bu tür sıralamalarda yer almasının mümkün olmadığını söyleyeceksiniz. İfade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü gibi kavramlardan bahsedeceksiniz. PKK şiddetini, Türkiye’nin Suriye politikasındaki sorunları anlatacaksınız.
Haklısınız bunlar doğru. Bu gazetede ve bu sütunda haftanın üç günü hemen hepsinden söz edilecek. Ama bardağın boş yarısı kadar dolu yarısı da yazılacak, anlamlandırılacak ve tartışılacak. Çünkü dünya siyasetinde hiçbir şey göründüğü kadar net değil. Tek bir doğru da yok, tek bir anlatı da. Tıpkı bugün olduğu gibi bundan sonra da gerçekliğin farklı yönlerini kendi gördüğüm biçimiyle sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Evet, Türkiye sorunları olan bir ülke. Son derece de gerilimli bir yer. Üstelik arası ne Rusya’yla iyi, ne de Amerika’yla. AB ile uyum mevcut ama eleştiriler de eksik olmuyor. İçeride de, dışarıda da yapmamız gereken çok şey var. Komşularımızla barışmamız, kronik sorunlarımızı çözmemiz şart. En acillerinin başında demokratikleşme, hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü geliyor.
Ancak yine de Türkiye önemli, önemi tescilli bir ülke. Geçtiğimiz haftalarda Amerika’nın ciddi düşünce kuruluşlarından biri olan Brookings tarafından yayınlanan, Ted Piccone’nin kaleme aldığı “Beş Yükselen Demokrasi ve Uluslararası Liberal Düzenin Kaderi” adlı kitapta Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Endonezya ve tabii ki Türkiye’nin sistemin geleceğinin şekillenmesinde rol oynayabileceği anlatılıyor.
Yazarı ise ne Türk, ne de belli ki Türkiye’ye ya da şu anki iktidar bloğuna yakın duran biri. Somut kriterler belirlemiş ve o kriterler bazında Türkiye’nin dünyanın geleceğinin şekillenmesinde rol oynama potansiyeli taşıdığını vurguluyor. Sadece o mu? Pazartesi günü Brüksel’de Başbakan Davutoğlu ile bir araya gelen AB liderleri de aynı şeyi söylüyor, mülteci sorununun Türkiye olmadan çözülemeyeceğini belirtiyor.
Daha da önemlisi Türkiye istediği çözüm planını muhataplarına kabul ettiriyor, kendisine önerilen paranın miktarını artırıyor, geri kabul edeceği göçmen sayısıyla göndereceği mülteci sayısı arasında bağlantı kuruyor, vize muafiyet tarihinin öne çekilmesinin ve müzakerelerde yeni başlıkların açılmasının kabulünü sağlıyor.
Eminim birileri bu önerilerin oradakilerce kabulü hayata geçeceği anlamına gelmez diyecektir. Macaristan’dan, Slovakya’dan, Çek Cumhuriyeti’nden bahsedecektir. Bazıları da varılan uzlaşmanın 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu, nihai kararın ertelendiğini, AB’nin tek sesle konuşamayacağını, gelecek hafta gerçekleşecek buluşmada mutabakata varılamayacağını söyleyecektir.
Haklı olabilirler ama kabul edelim ki Türkiye elindeki mülteci kozunu, hem mültecilerin haklarını ve hayatlarını var olan koşullarda en iyi şekilde koruyacak, hem de kendi çıkarlarını kollayacak şekilde kullanmıştır, gücünü etkiye tahvil etmiştir. Umarız diğer sorunlu alan ve ülkelerle de benzeri şeyler yapılır, Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve insani potansiyelinin gerçekleşmesi temin edilir. Cuma günü yine burada görüşmek üzere…