Almanya Federal Meclisi’nin 1915’te yaşanan insani dramı soykırım kavramıyla anması Türkiye’de tepkilere neden oldu. Hemen herkes neden şimdi, neden Almanya diye sordu. Ancak tepkiler abartılmadı. Basın olayı haklı olarak manşetlerine taşıdı. Muhalefet hem Almanya’yı, hem de iktidar bloğunu suçladı. Cumhurbaşkanı ve hükümet ise itidalli bir tutum takındı. Kararı yok hükmünde saydı. Büyükelçi Karslıoğlu’nu istişare gerekçesiyle geri çağırmakla yetindi.
Umarız bu tutum sürer, sembolik olan bir karar yüzünden Ankara Berlin’le olan ilişkilerini çıkmaza sokmaz, Almanya’da yaşayan üç milyona yakın insanının rahatını kaçırmaz, hepsinden önemlisi de böylesi bir kararı alanların aklında gerçekten stratejik bir vizyon varsa bu vizyonun gerçekleşmesine, Türkiye’nin Batı’dan kopmasına, yalnızlığının pekiştirilmesine yardımcı olmaz. Çünkü Karar’ın bir süredir ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da son günlerde dediği gibi Türkiye’nin hasımlarını azaltmaya, dostlarını çoğaltmaya ihtiyacı var.
***
Türkiye’nin tek sorunu ne yazık ki mirasçısı olduğu imparatorluğu bir zamanlar yönetenlerin hata yapıp yapmadığı, yaptığı hatanın adının soykırım olup olmadığı değil. 101 yıl önce yaşanan ve bizim de yaşandığını resmen kabul ettiğimiz, hakkında taziye mesajları yayınladığımız bir insanlık dramını siyasileştirip, gösterilecek tepki üstünden yarar sağlamak isteyenler bırakalım kendi kaderleriyle baş başa kalsınlar. Önemli olan onların ne düşündüğü değil bizim ne yaptığımız.
Türkiye yıllar sonra soykırım tartışmasında görece tutarlı bir çizgi benimsedi, bir insanlık trajedisi yaşandığını kabul etti, ama bu insanlık trajedisinin hangi şartlar altında yaşandığının tartışılmasını tarihçilere bıraktı. Soykırım kavramı söz konusu olduğunda bilinmezci bir tutum takındı. AİHM de Perinçek davasında Türkiye’nin tutumunu destekleyen, reddin müeyyideye tabii olmasını hoş görmeyen bir karar aldı. Bundan sonra yapması gereken ölen, öldürülen Ermenilerin torunlarının acılarını gerçekten paylaştığını göstermektir.
Böylece Türkiye başkalarının kendisine akıl vermesinin, neyi ne şekilde yapacağının parlamento kararlarıyla tebliğ edilmesinin önüne büyük ölçüde geçecektir. 24 Nisan’ı bir şekilde kendisi anabilen bir Türkiye soykırım baskısından, Alman ya da başka bir parlamentonun kibirli temsilcilerinin kaprisli kararlarına tepki vermek külfetinden kurtulacaktır. Her karar sonrasında büyükelçilerini çekmek zorunda hissetmeyecektir. Tarihin tartışması kendi doğal mecrası içinde gerçekleşecektir. Siyasi ve diplomatik enerjisini güncel ve gerçek sorunlarına ayırabilme imkanına kavuşacaktır.
***
Unutmayalım ki bizim de, yakın çevremizin de yeteri kadar sorunu var. Bu sorunların pek çoğu da bugün çözülmeyecek, geleceğe miras kalacak. Geçmişin yükünü üstümüzde taşırsak, dedelerimizin işlemiş olabileceği suçları sadece dedelerimiz oldukları için işlememiş olmaları gerekir diye savunursak günümüze odaklanamayız, tarihin ve aidiyet merkezli tartışmaların arasında kaybolur gideriz. Geçmişi hissettiğimiz kimlik üstünden savunmayı bırakmamız gerekiyor.
Ancak bu, karşı tarafın iddialarını kabul etmemizi gerektirmiyor. Tarihin farklı yorumlarını tabii ki tartışacağız. Zaten tartışıyoruz da. Fakat tarihin insanlığa karşı işlenmiş suçlarla dolu olduğunu unutmadan, zafer diye anlatılan pek çok olayda büyük trajedilerin, ölümlerin, acıların yaşandığını bilerek. Önemli olan yaşanan, yaşatılan trajedinin, işlenen suçun hukuki tanımının soykırım olması değil, yaşanmış, yaşatılmış olmasıdır. 1915’te her iki taraf, hatta tüm taraflar ciddi acılar yaşamıştır. Birinin kabulü diğerlerinin reddi anlamına gelmez…