Yunanistan tarihi boyunca Türkiye’nin en sorunlu komşusu oldu. Fırsat buldukça kara sınırlarını genişletti, denizler üstünde hak iddiasında bulundu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgal girişimine katıldı. Kıbrıs’ı ilhak etmek için bayağı çaba harcadı. Yakın zamana kadar da Türkiye’nin tehdit algısındaki istisnai yerini korudu.
İkili ilişkilerde bazen küçük bir kayalık, bazen de kolayca çözülebilecek sorunlar nedeniyle ciddi krizler yaşandı. Karşılıklı müeyyideler uygulandı, iki ülke de farklı etnik kökenden gelen vatandaşlarını rehin almaya kalktı. Mülkiyete ait sorunlar, ibadete ilişkin engeller çıkartıldı. Basın ve siyaset de bu sorunlar üstünden prim yapmayı oldum olası çok sevdi.
Daha da kötüsü 6-7 Eylül gibi bir insani felaket yaşandı. Ama neyse ki artık ilişkiler biraz rayına girdi. Sorunlar müzakereyle çözülmeye, çözülemeyenler de yönetilmeye gayret ediliyor. Toplantılar düzenleniyor, ziyaretler gerçekleşiyor. Askeri bürokrasinin istenmeyen gerilimlere neden olmaması için de doğrudan temaslara önem veriliyor.
Geçtiğimiz hafta içinde Türk-Yunan Formu çerçevesinde önce Büyükelçimiz Çağatay Erciyes, sonra da kendi muhataplarımızla, özellikle de Dışişleri Bakan ve Bakan Yardımcısı ile Atina’da ayrı ayrı yaptığımız görüşmelerden edindiğim izlenim Başbakan Miçotakis ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inisiyatifleriyle başlatılan yeni süreci Yunan tarafının ciddiye aldığı yönünde.
8 Kasım’da gerçekleşecek Dışişleri Bakanı Fidan’ın Atina ziyaretine önem atfediyorlar ama mucize beklemiyorlar. Gerçekten de sorunlar envanteri son derece karmaşık ve karşılıklı duyarlılıklar bu karmaşıklığın ayrıştırılıp çözümün gerçekleşmesini zorlaştırıyor. Ancak hemen olmasa da bana sanki Ege söz konusu olduğunda iki tarafın ortak bir zeminde buluşması mümkünmüş gibi geliyor.
Çünkü her ne kadar tek sorun-tek çözüm ısrarından (resmen) vazgeçmemiş olsalar da kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlenmesi için UAD’ye gidilmesi halinde yazılacak metinde (tahkimname) kara suları sınırlarının da bir şekilde kesinleştirilmiş olması gerekecek. Benim anladığım onlar da bunun farkında.
Ama muhtemelen Türkiye’den kara sularını tek taraflı belirleme haklarının tescilini ve Casus Belli kararı olarak bilinen 1995 tarihli TBMM bildirgesinin geri çekilmesini bekleyecekler. Biz de büyük olasılıkla aslında pratikte çok da anlamı olmayan bu kararı içeride doğurabileceği reaksiyonlar nedeniyle geri çekmek istemeyeceğiz.
Yine de şartlar ve siyasi irade oluşursa uzlaşmaya varılabileceğini göz ardı edemeyiz. Ben iki ülkenin yakınlaşmasına, Yunanistan’ın maksimalist taleplerinden vazgeçmesine şartların müsait olduğuna inanıyorum. Fakat aşama aşama ilerlenmesinin, askeri ve siyasi güven arttırıcı önlemlere öncelik verilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum.
Belli ki karşılıklı ziyaretler, ticaretin ve yatırımların artması, biraz da yarı zımni moratoryumların konması sürecin daha kolay ilerlemesini sağlayacak, sorunlar çözülemese bile bir süre daha yönetilebilecek. Belki de Yunanistan doğrudan egemenlik içermeyen bazı alanlarda, mesela iki tarafın hak iddia ettiği bir münhasır ekonomik bölgede ortak inisiyatifler geliştirilmesine razı olacak.
Bu seferki şansımız iki tarafın birbirini anlaması, az da olsa güvenmesi. Bir de Ukrayna ve Ortadoğu’daki sorunların tarafların yakınlaşması için zemin yaratması. Ayrıca Dışişleri Bakanlarının da pek çok açıdan birbirine benzediğini not etmek gerek. Pozitif gündem anlayışının, bisikletin devrilmemesi için hep pedal çevrilmesi gereğine olan inancın paylaşılması da önemli.
Bana kalırsa Yunanistan Kıbrıs parametresini de ikili ilişkiler envanterinden çıkartmış. Hiç şüphesiz ki Kıbrıs sorununda kaydedilecek her ilerleme ilişkilere olumlu katkıda bulunma potansiyeline sahip. Ama Yunan tarafı ilişkilerin geleceğini artık Kıbrıs’a endekslemek niyetinde değil. Anlaşılan onlar da bizim gibi iki konuyu mümkün olduğunca birbirinden ayırmayı arzu ediyor…