BM Şartı’nın 33’üncü maddesinin ilk paragrafı uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden bir sorunun varlığı halinde soruna taraf olanları müzakereye ve diğer yöntemlerin yanı sıra arabuluculuk çabalarını dikkate almaya davet eder. Aynı maddenin ikinci paragrafında da Güvenlik Konseyi’nin gerekli görmesi halinde sorunların taraflarına bu yöntemlerden birini seçmelerini önerir. Bir sonraki bölümde ise taraflar sorunlarını barışçıl yöntemlerle çözmek istememesi durumunda Güvenlik Konseyi’nin yaptırım içeren tedbirler alabileceği söylenir.
Yani Ukrayna gibi krizlerde arabuluculuk istenmeyen değil istenen, arzu edilen yapılaması beklenen bir diplomasi biçimidir. Yaptırım barışçıl yöntemden sonra gelir, o da uygulanabilirse. Öncelik her zaman barışçıl yöntemde, en çok da arabuluculuktadır. BM bu konuda el kitapları bile yayınlamış, arabuluculuğun en iyi ne şekilde yapılabileceğini uzmanlarının dilinden kayda geçirmiştir. Onların da vurguladığı gibi arabuluculuk, özünde çatışan iki taraf arasında ortak nokta bulma, tarafları bir birine yakınlaştırıp çatışmayı sonlandırma çabasıdır.
Ana amaç adaletin sağlanması, suçluların cezalandırılması, statükonun geri döndürülmesi değil çatışmanın büyümesinin önlenmesi, zararın sınırlanması, savaşın bir dünya savaşına dönmemesinin sağlanmasıdır. Çünkü tırmanma tarihin bize gösterdiği üzere ne kadar kontrollü olursa olsun yönetilememe riskini de içinde barındırır. Hiç istenmeyen ve beklenmeyen bir anda bölgesel bir çatışma dünya savaşına dönüşebilir. Yaptırımlar ya da silah yardımlarına verilecek bir tepki bir başka tepkiye yol açabilir.
Her arabuluculuk teşebbüsü başarıya ulaşamaz ama uluslararası barış ve güvenliğin sağlaması, sürdürülmesi için denenmesi gerekir. Türkiye’nin de yaptığı budur. Ukrayna ve Rusya Dışişleri Bakanlarının Antalya’da düzenlenen diplomasi formuna davet edilmesi, ille de çözümün bulunacağı, tarafların uzlaşacağı, hatta geleceği anlamına gelmez. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Zelenskiy’le görüşmeleri de sonuçsuz kalabilir. Ama yapılmamasından, denenmemesindense yapılması, denenmesi gerekir.
Türkiye bunu tabii ki uluslararası barış ve güvenliğin temini kadar kendi ülkesinin, muhtemelen de iktidarının çıkarlarını korumak için yapmaktadır. Barışın bir an önce tesisi, petrol ve gaz fiyatlarındaki artışın durması, insani trajedilerin sona ermesi, Rusya veya Ukrayna ya da müttefikleriyle Rusya arasında tercih yapmak zorunda kalmaması Türkiye’nin çıkarınadır. Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin en son isteyeceği şey Rusya ile kötü olmak, onu karşısına almaktır.
Bu tespit Türkiye’nin günün birinde Rusya’yı karşısına almak zorunda kalmayacağı anlamına gelmez. Zaten bu yüzden Türkiye NATO’nun üyesidir. Ancak o gün gelene kadar diplomasinin ve ilişkilerinin kendisine tanıdığı imkanlardan yararlanması sadece kendisinin değil müttefiklerinin de yararınadır. Guardian’daki köşesinde Türkiye ile birlikte İsrail ve Çin’in arabuluculuk çabalarını eleştiren Patrick Wintour gibi kanaat önderlerinin anlaması gereken arabuluculuk çabalarının Ukrayna için de, Avrupa için de, kendi ülkesi Britanya için de, en az silah yardımı yapmak kadar önemli ve değerli olduğudur.
Türkiye ya da arabuluculuk yapmaya çalışan başka bir ülkenin teşebbüsünden vazgeçmesi, yaptırım kampanyalarının cazibesine kapılıp kendine daha fazla zarar vermesi sorunun çözümüne de, krizin tırmanıp bir dünya savaşına dönüşmemesine de katkıda bulunmaz. Belki milyonlarca turistten ve gelirden olmamız, mallarımızı satamamamız, kışın ortasında soğukta kalmamız, bir depo benzine binlerce lira ödememiz onları ilgilendirmez ama sanırım İdlib üstünden başlayacak yeni bir göç dalgasını tetiklemesini onlar da arzu etmez.
Unutmamaları gerekiyor ki, arabuluculuk yapmak için dünyanın en iyi, en demokratik, insan haklarına en çok saygılı ya da en sorunsuz ülkesi olmanız gerekmiyor. Temelinde Makyavelyan anlayış yatan diplomasi bambaşka faziletleri de gerektiriyor. Tarafların size güvenmesini, yeterince zorlandıklarını hissetmesini, hepsinden önemlisi de teşebbüsünüzün kendilerine onurlu bir çıkış sağlamayacağını görmelerini, anlamalarını şart koşuyor. Doğal olarak baskı ve yaptırım da böylesi bir krizde uzlaşmanın önkoşulu.
Fakat yeterli koşulu değil. Birilerinin arabuluculuk yapması, çatışan tarafları bir araya getirmesi de olmazsa olmazlar arasında. O birilerinin Çin Devlet Başkanı, Türkiye Cumhurbaşkanı, İsrail ya Hindistan başbakanı olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bırakalım da onlar yapabildikleri kadarını yapsınlar. Eleştirecekseniz onları tabii ki eleştirin ama onların arabuluculuk çabalarını incir yaprağı metaforuyla ya da başka bir şeyle gölgelemeyin, sadece kendi çıkarları için bu çabaları sürdürdüklerini ima etmeyin.
Biri ya da diğeri başarılı olursa Ukrayna da, dünya da rahat edecek. İnsan ölümleri, gözlerimizin önünde yaşanan trajediler bitecek. Nükleer savaş tehlikesi ortadan kalkacak. Dünya ekonomisi daha büyük sarsıntılar geçirmekten kurtulacak. Avrupa milyonlarca mülteciye daha kucak açmak zorunda kalmayacak. Keşke Almanya ve Fransa’nın çabaları başarıya ulaşsaydı, Ukrayna direnmeyip 2015 Şubat’ında Minsk’te kabullendiği koşulları hayata geçirmek için çaba harcasaydı. Rusya da diplomasiye şans tanısaydı, elde edebileceği pek çok taviz için savaş başlatmasaydı.
Putin biraz sabırlı olabilseydi kendi çıkarlarına hizmet edecek bir Avrupa güvenlik mimarisinin kurulmasına öncülük ederdi. NATO’yu bile kendi içinde bölerdi. NATO ve Amerika müzakerelere başlamış, Avrupa kamuoyu Rus taleplerini büyük ölçüde kabul edilebilir bulmuştu. O her nedense saldırmayı, uluslararası hukukun temel normlarını ihlal etmeyi seçti. Kendisi için de, ülkesi için de, dünyanın geri kalanı için de en kötü senaryoyu hayata geçirdi. Doğal olarak karşılık verilecek, yaptırımlar uygulanacak, tedbirler alınacak. Bazıları da çatışma bitsin, kriz sona ersin diye çalışacak…