Amerika’nın Filistin sorununa ilgisi 1940’lı yıllara dayanıyor. Önce yerleşimleri destekliyor, İsrail kurulduğu zaman da ilk tanıyan ülke oluyor. 1967’de ve özellikle 1973’de İsrail’in yanında yer alıyor ama çözüm de bulmaya çalışıyor. Dışişleri Bakanı Kissinger tıpkı şimdi Blinken’in yaptığı gibi Arap başkentleriyle İsrail arasında mekik diplomasisiyle tarafları birbirlerine yaklaştırmak, krizin tırmanmamasını sağlamak için çaba harcıyor.
1978’e gelindiğinde Başkan Carter Mısır ve İsrail liderlerini Camp David yerleşkesinde bir araya getirip uzlaştırıyor. Mısır, Arap dünyasından gelen itirazlara rağmen kaybettiği toprakları geri aldığı antlaşmayı 1979’da Beyaz Saray’da imzalıyor. 1994’de de İsrail, Amerikan arabuluculuğu sayesinde Ürdün’le barışmak imkanını buluyor. Ve tabii ki bu barışmaların Filistin sorununun çözümüne yardımcı olacağı söyleniyor.
Camp David’den sonra ilk ciddi umut 1993’de Norveçli kolaylaştırıcılar marifetiyle üstünde uzlaşı sağlanan aşamalı çözüm planıyla ortaya çıkıyor. 1998’de bir kez daha iki devletli çözümün en azından o zamanki ABD yönetimi için geçerli olan parametreleri ortaya konuyor. Bush bir yol haritası yayınlıyor, Kerry de altı maddelik prensipler dizisi açıklıyor. Fakat tarafları, özellikle de İsrail’i çözüme razı etmek mümkün olmuyor.
Hamas’ın Gazze de bir siyasi ve askeri realite olarak ortaya çıkması, İsrail’in Netanyahu ile birlikte çözümsüzlüğü çözüm olarak kabullenmesi sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Arap Baharı ve arkasından yaşanan jeo-sismik sarsıntı, iç savaşlar, göçler, darbeler zaten gündemi değiştiriyor.
Körfez Bölgesi rejimlerinin İran kaynaklı tehdit algısı da Trump’ın damadının hazırladığı ve iki devlet fikrinin iflasını ilan eden plana zemin hazırlıyor.
ABD, İbrahim Anlaşmaları adı altında Birleşik Arap Emirlikleri ile barışma sürecini başlatıyor, İsrail’in yeni yerleşim yerleri kurmaya ara vermesi karşılığında Arap devletleriyle diplomatik, ticari ve daha pek çok farklı ilişki geliştirmesini öngören bir planı hayata geçiyor. Bu arada Amerika Büyükelçiliği’ni fiilen Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyor, Kudüs’ün bölünmesine karşı çıkıp küçük bir parçası müstakbel Filistin Devletine bırakılsın diyor.
Fas’tan Sudan’a Arap dünyası sağlanan muhtelif imkan ve olanaklar karşılığında bu plana olur verince 2002’de Suudi Arabistan’ın önerisiyle kabul ettikleri Arap Barış İnisiyatifi tarih oluyor. Tam Suudiler İsrail’le barışırken de Hamas, müttefiki örgütlerin katkısı ve muhtemel İran oluruyla İsrail’e saldırıyor.
Ardından da bildiğimiz, gördüğümüz insan hayatını hiçe sayan, içinde bol bol savaş suçu ve insanlığa karşı suç barındıran “operasyon” başlıyor.
İsrail’in askeri hedefi Hamas’ı Gazze’den silip atmak, askeri ve siyasi yapısını bir daha uzun süre eyleme geçemeyecek kadar yıpratmak. Siyasi hedefiyse belli ki Gazze de Filistinli bırakmamak, en azından büyük bir kısmının başta Mısır olmak üzere başka ülkelere göçmesini sağlamak. Kısacası Filistin sorununu kendi istediği biçimde çözmek, 2005’de terk etmek zorunda kaldığı Gazze’ye yerleşimcileriyle geri dönmek.
Mısır başta olmak üzere Arap dünyası, Türkiye dahil Müslüman çoğunluklu ülkeler buna karşı. Biden yönetimi de karşı olduğunu söylüyor ve anlaşılan operasyon sonrası için kapsamında çok uluslu bir barışı koruma gücünün de olduğu planlar yapıyor. Dışişleri Bakanı Blinken Türkiye’den başlayıp İsrail’de biten tura çıkıp hem iki devletli çözüm konusunda samimi olduklarını, hem de savaşın tırmanmamasının herkesin lehine olduğunu anlatıyor.
Amerika’nın savaşın tırmanmaması konusunda samimi olduğuna şüphem yok. Ama iki devletli çözüm konusunda ciddi olduğundan, İsrail’i iki devletli çözüme ikna edip 1947’den bu yana farklı tezahür ve sınırlarıyla gündemde olan bu çözümü kabul ettirebileceğinden doğrusu hiç emin değilim. Çünkü geçmişe baktığımda ve günümüz koşullarını dikkate aldığımda tünelin ucunda en ufak bir ışık ne yazık ki göremiyorum.
İsrail’in saldırılarını kınamaktan oldum olası kaçınan, kendi içinde lobilerin ve Evangelistlerin baskısı altında yaşayan, en büyük üniversitelerinin rektörlerini İsrail’in çıkarları uğuruna harcamaktan çekinmeyen, üstelik de yakında seçime gidecek olan Amerika bana olsa olsa Gazze’deki insan kıyımının hafifletilmesi, savaşın tırmanmaması, kontrolden çıkmaması için çaba harcarmış gibi geliyor.
Bazılarının varsaydığının aksine Amerika’nın tutumu Epstein veya Maxwell davasının mahkeme kayıtları, pedofili, şantaj ve casusluk iddiaları, hatta Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı başvurusuyla dahi kolay kolay değişmez diye düşünüyorum. Belki yanılıyorum, belki de okuduğum, öğrendiğim, bildiğim her şey beni gerçekçi olmak adına Filistin sorununun çözülemeyeceğini ama yönetilebileceğini düşünmeye sevk ediyor…