Algı önce felsefecilerin, sonra da psikologların üstünde çok durduğu, çok şey söylediği bir konu. Bazısı varlığını algısına bağlamış, kimi de algılamanın ne şekilde çalıştığını anlatmış. Varılan nokta da sanırım algılamanın algılananla algılayan arasında çevresel faktörleri de içeren ama içinde duyularımız ve biyolojik yapımız da olan özneler arası bir inşa süreci olmuş. Siyasetin her türlüsünde, özellikle de dünya siyasetinde algının önemi vurgulanmış.
Bugün artık dünya siyaset hiyerarşisinde devletlerin yerini tankları, topları, ekonomik gücü kadar algılanan özellikleri belirliyor. Dost-düşman kategorileri algıyla, anlatıyla, söylemle şekilleniyor.
Muhatabınıza bir şey yaptırmak istediğinizde, çıkarlarınızı korumak için çaba harcadığınızda sizin hakkında ne düşündüğünü bilmeniz, düşüncesini yönetmeniz, belki onun size bakış tarzını değiştirmeniz gerekiyor.
Çünkü güç ilişkilerinin önemli bir boyutunu algı oluşturuyor. Siyasetini ya da tavrını değiştirmek istediğiniz bir aktörü tehdit etmeden veya mükafaat vaat etmeden etkilemenin en kolay yolu onun size değer vermesini sağlamak, stratejik anlam dünyasında kendinize yer bulmak. Bu bazen demokrasinizle, bazen direncinizle, bazen kültürel özelliklerinizle, bazen coğrafyanızla, bazen de ekonomik çekiciliğinizle mümkün oluyor.
Zaten algının diğer adı da yumuşak güç, bir başka deyişle kendinizi temsil etme ve edilme biçiminiz.
Edebiyattan sanata, futboldan siyasete, lobilerden Netflix dizilerine bir çok mecra üstünden bunu yapmanız veya size rağmen yapılması mümkün. Bir diğer önemli algı yaratma, yönetme ve farklılaştırma kanalıysa düşünce kuruluşları, onların toplantıları, yayınları ve hepsinin ötesinde de kanaat önderleri.
Mesela Foreign Affairs’in son sayısında olduğu gibi Trump’ın yeniden iktidara gelebileceğinden çekinen Fareed Zekeria’nın Amerika’ya Çin’e ve diğerlerine karşın hala güçlüyüz, korkacak bir şeyimiz yok mesajını vermek için yazdığı makalesinde Türkiye’nin de eski Türkiye olmadığını söylemesi, Amerika’nın her dediğini yapmayacağının anlaşılmasını istemesi bizim açımızdan güç ve algı pekiştirici nitelikte.
Keşke daha çok bu tür yayın olsa, keşke biz de kendimizi daha iyi anlatıp, her alan ve anlamda daha iyi temsil edebilsek de çıkar ve beklentilerimizin korunmasını daha etkin ve daha kolay bir şekilde sağlasak.
Demokrasi açığımızı kapatsak, dünyanın insan haklarına değer atfeden yerlerindeki algımızın değişmesi için çaba harcasak. Caydırıcılığımıza, belli bölgelerdeki oyun kuruculuğumuza ve bozuculuğumuza daha az dayansak.
Aslında Türkiye’nin anlatacak çok hikayesi var. Turizm ve gastronomi potansiyeli dünyada olumlanarak temsiline imkan sağlıyor. TRT World’ün yayınları, iş dünyasının başarıları, düşünce kuruluşlarının çabaları da öyle. Fakat bunların siyasete yani etkiye tercümesi ancak genel algının değişmesi, en çok etkilemek zorunda olduğumuz Batı’nın değerler skalasının daha geniş bir yüzeyinde kendimize yer edinmemizle mümkün.
Ben iflah olmaz bir iyimser olarak Türkiye’nin değişeceğine, insan hakları ihlallerini bitireceğine, hukukun üstünlüğü konusundaki kuşkuları gidereceğine inanmak istiyorum. Son dönemde suç örgütlerine karşı verilen sistemli mücadele umut vermiyor desem yalan olur. Dış politikanın daha rasyonel bir zemine çekilmesini, Yunanistan’la bizi de bağlayacak bir ilkeler bildirgesi üstünde uzlaşılmasını sebebi ne olursa olsun önemsiyorum.
Önerimse Dışişleri Bakanlığı bünyesinde, daha doğrusu onun koordinatörlüğünde, yapı anlamında Turizm Bakanlığı’nın TGA’sından ilham alacak, sivil toplumun katkısını sağlayacak, algımızın bozuk olduğu yerlerde değişmesi için çaba harcayacak, kontrolü değil teşviki, propagandayı değil iletişimi ön plana çıkartacak, hepsinin ötesinde Türkiye algısının erozyonuna neden olan sorunlara devlet içinde dikkat çekecek bir biriminin kurulması.
Daha da iyisi devleti beklemeden sivil toplumun inisiyatif alması, düşünce kuruluşlarına proje bazlı kaynak yaratılması, TÜSİAD gibi güçlü iş örgütlerinin uzun erimli projeler üstünde çalışması, vakıf üniversitelerinin kazançlarının belli bir oranını yurt dışında etkinlikler düzenlemeye ayırması, bunun da YÖK ve ÜAK tarafından teşvik edilmesi, kalite, sıralama, kontenjan kıstaslarından sayılması olur.
Unutmayalım ki aklı başında hiç bir devlet çıkarlarını, beklentilerini sadece askeri ya da ekonomik gücüne dayanarak korumuyor, algısını ve karşısındakinin kendisini nasıl algıladığını da yönetmeye çalışıyor. Her zaman ve her şart altında başarılı olduklarını söylemek zor olsa da Almanya’dan Fransa’ya, İngiltere’den Amerika’ya hepsi bir çaba içinde. Kiminin parti vakıfları daha etkili, kiminin yardım kuruluşları ve kültür faaliyetleri.
Bizim de hiç bir şey yapmadığımızı söyleyemeyiz. Yunus Emre Enstitüleri, TİKA, SETA, bir zamanlar yöneticilerinden olduğum TESEV ve GPoT aklıma gelen ilk örnekler arasında. Diplomatlarımız da ellerindeki imkanlarlarla az iş yapmıyor. Ama ne yazık ki sorunlarımızın çokluğu ve algımızın şu anki durumu göz önüne alındığında daha çok şey yapılması, Türkiye değişirse algı da değişir kolaycılığına kapılınmaması gerekiyor.
Türkiye’nin dünyada kendisini anlatamamasının, Edward Said’in deyişiyle yeterince “temsil edememesinin” en büyük nedeninin kaynak ayrılmaması olduğunun akılda tutulması şart. Başarılı olunursa yaratılacak marka değerinin hepimize yarar sağlayacağı da öyle. Muhalafetin de önce dış politikaya sonra Türkiye’nin dünyayla ilişkilerinin biçimini, yöntemini belirleyecek algısına biraz olsun eğilmesinde yarar olabilir…