ABD, Türkiye’de yapılan pek çok araştırmada tehdit oluşturan ülkelerin başında geliyor. Birinciliği bazen İsrail’le, bazen de Ermenistan ya da Yunanistan’la paylaşıyor. Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi’nin 30 Ocak’ta açıkladığı son Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırmasında da sonuç değişmemiş. 26 ilde fikri sorulan 1000 kişi yüzde 81.9’luk bir oranda Türkiye için en büyük tehdidin Amerika’dan kaynaklandığını söylemiş.
Bu algıda sorunlarımızı güvenlikleştirme eğilimimizin ve başka faktörlerin katkısı olduğuna şüphe yok. Ama asıl belirleyici unsur ABD’nin hem Türkiye’ye, hem de Türkiye’nin değer verdiği ülke ve bölgelere karşı izlediği politikalar. Büyük bir çoğunluğumuz okuduklarından, gördüklerinden, duyduklarından rahatsız.
Bazı yorumlar abartılı, hatta komplo teorisine yatkın olsa da, Amerika’nın Suriye politikasının Türkiye için güvenlik tehdidi oluşturmadığını söylemek imkansız. Kudüs ve genel olarak Filistin sorununda takındıkları tutumlarının, pek çok ülkeye uyguladıkları hukukiliği tartışmalı yaptırımlarının, FETÖ konusundaki dirençlerinin tepki doğurmaması olanaksız.
***
Ancak bunlar araştırmadan benim çıkarttığım sonuçlar. Mustafa Aydın’ın yönetiminde gerçekleştirilen araştırma sonucunda bize sunulan veriler arasında böyle bir yorum yok. Zaten kamuoyu araştırmalarının da bu tür bilgiler içermesi beklenmiyor. Hissiyatın anlık fotoğrafı çekiliyor, eğilimler anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılıyor, sebep-sonuç ilişkisi yorumcuya bırakılıyor. Fakat var olan koşullar altında algıyı başta türlü yorumlamak çok zor. Müttefikimiz ABD ne yazık ki Türkiye için tehdit oluşturuyor, politikalarıyla tehdit algısını besliyor. Diğer yandan Kopenhag Okulunun ve İnşacıların ima ettiği gibi biz “tehdit” dedikçe de onlar olduklarından daha büyük bir tehdit haline dönüşüyor.
Ayrıca, tehdit algısına hemen her zaman zemindeki gerçekler kadar kognitif seçiciliğin, aidiyet hissinin, tarih anlatısının, jeopolitik konumlandırmanın, siyasi tercihlerin, medyanın tavrının, soruların yönlendirilme biçiminin ve daha pek çok değişkenin katkısı var. Hangi değişkenin hangi algıya ne denli katkıda bulunduğunu “bilimsel kesinlikle” tespit etmekse olanaksız.
Ben de dahil bu tür araştırmalara bakıp yorum yapanlar kendi algıladıkları gerçeklikle araştırmanının sonuçları arasında ilişki kurarak çıkarsamada bulunuyorlar. Yani aslında bir algı diğerinin açıklamasında kullanılıyor. Belki Foucault’nun “episteme”, Kuhn’un “paradigma” kavramlarından ilham alarak algınız gerçekliğe ne kadar yakınsa açıklayıcılığı da o kadar fazla oluyor diyebiliriz.
Bu tespitin araştırmayı ilgilendiren tarafıysa tutarlılığın yorumcunun önemsediği değişkenlerde aranmasında yatıyor. Çünkü bazen araştırmacı, bazen sonuçlar ya da sonuçların temsil ettiği kitle tutarsız ilan edilebiliyor. Oysa tek bir araştırmada dahi ülkelerin dostluk düşmanlık aksında konumlandırılmasında ya da bir politikanın başarılı veya başarısız bulunmasında farklı değişkenler devreye girebiliyor.
Kadir Has araştırmasında da İsrail, Ermenistan ve İngiltere’nin Türkiye için tehdit oluşturduğunu düşünülmesini tetikleyen faktörler muhtemelen ABD’nin tehdit oluşturduğunu düşünülmesini sağlayanlardan farklı. Dost kimdir sorusuna verilen cevaplarda da belli ki farklı ülkelere bakışlarda farklı değişkenler rol oynamış.
Dost olarak görülen ilk üç ülke Azerbaycan, KKTC ve Pakistan bariz bir şekilde aidiyet eksenli değerlendirilmiş. Bu üç ülkenin ardından yüzde 37.4’le gelen Gürcistan, yüzde 34.5’le gelen Rusya ise onlarla ilişkilendiren başka faktörlere göre sınıflandırılmış. Çin ve Ukrayna da İran ve Suudi Arabistan’ın üstünde.
En az dost ve aynı zamanda müttefik görülen ülkelerse İsrail, Yunanistan, Suriye ve ardından ABD. ABD’yi de yüzde 23,7’lik bir oranla Almanya takip ediyor. Buna rağmen 2018 yılı sonu itibarıyla Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin oranı yüzde 51.8. Müzakerelerin sürmesini isteyenlerin oranı da yüzde 48.9. İktidar partisi seçmen kitlesinin önemli bir kesiminin de Batı ile olan ilişkileri desteklediği belli oluyor. AB üyeliğini destekleme oranları yüzde 47.3.
NATO üyeliğinin devam etmesini isteyenlerin genel oranıysa yüzde 58.7 çıkmış. Atlantik İttifakı’yla ilişkiler dondurulmalı diyenler yüzde 13.4’de kalmış. Türkiye’nin kimseyle işbirliği yapmaması, tek başına hareket etmesi gerektiğini düşünenlerin oranında ise geçtiğimiz yıllara göre düşüş var. 2013’deki yüzde 49.4’den 2018’de yüzde 17.5’e inmiş.
***
Araştırma sonuçları dış politikayı başarılı bulmada da düşüş olduğuna işaret ediyor. Geçtiğimiz yıl kesinlikle başarılı ve başarılı diyenlerin oranı yüzde 45.9’ken bu yıl, yani 2018 sonu, 2019 başı itibarıyla oran yüzde 32.2’ye inmiş. Suriye politikasını başarılı bulanlarda da azalma olduğunu belirtmekte yarar var, oran yüzde 34.7’de.
Benzeri düşüşlerin az da olsa Türkiye’nin yabancı ülkelerde asker bulundurulmasına ve sınır ötesi operasyonlara verilen destekte de yaşandığını görüyoruz. Yüzdeler asker bulundurma için 40.7 (2017’de % 48.1), sınır ötesi operasyon için 45.1 (2017’de % 56.4). İdlip için destekse yüzde 38.6 olarak görülüyor.
Araştırma kapsamlı. Dış politika algısı dışında da pek çok eğilim tespit edilmeye çalışılmış. İçinde Kürt sorunu da var, yerel seçimler de, yeme içme alışkanlıklarımız da. Ancak yer dar. Yöntem ve yeterlilik konusunu bile başkalarına bırakıp yazıyı bitirmeden önce Suriyeli göçmenlerden, mültecilerden duyulan rahatsızlığın rahatsız edici düzeyde olduğunu, gelenlerin sadece yük değil zenginlik de oluşturduğunun anlatılmasının artık çok daha zaruri hale geldiğini belirtmem gerek…