Susanna Tamaro’nun Can Yayınları’ndan çıkan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git kitabına bundan 25 yıl önce 470 bin lira ödemişiz. Alırken indirim yapmışlar mıdır hatırlamıyorum ama Nisan 1997’de piyasa çıkan kitabın 25’inci basımının arkasında yazan rakam bu. İlk basımı Ağustos 1995’de yapılmış görünüyor. Sonra da neredeyse her ay iki basım yapılmış. Belli ki zamanında iyi satılmış, okuyucularının beklentilerini iyi karşılamış. Anlaşılan alanlar liranın arkasındaki sıfırlarının bol olduğu dönemde fiyatını makul bulmuş.
Okuduktan sonra da mutlu olduklarına, ölümün eşiğine geldiğini düşünen 80 yaşındaki Olga’nın Amerika’ya giden torununa yazdığı fakat göndermediği mektuplarda kendileri için bir şeyler bulduklarına eminim. Çünkü kitap Olga’nın anıları, sorunları kadar insanları, insani durumları da anlatıyor. Onun ağzından ve aklından bize yaşam dersi veriyor. Olga’nın “derslerinin” en büyük özelliği içtenliği, torununa daha doğrusu okuyucusuna tepeden bakmaması, onun üstünde hakimiyet kurmaya çalışmaması.
Olga ilerlemiş yaşına rağmen bir bilge değil. Tamaro ana karakterini hayatla, hayatıyla hala hesaplaşan biri olarak kurgulamış. Geçmişte yaptığı hatalarını sorguluyor. Bazen pişmanlıklarını, bazen de mutluluklarını paylaşıyor. Pek çok açıdan istisnai olan hayatını sıradan gibi anlatıyor. Benzetmeleri gündelik yaşamından, çevresinde bulabildiği örneklerden. Dünyayı mutfak aletleri, yemekler, kekler, bahçesindeki bitkiler ve çevresindeki hayvanlar üstünden anlamlandırıyor.
***
Yazdığı hemen her mektup somut bir olayla başlıyor, sonra içine hayatı, insanlık hallerini katılıyor. Bazen torunu, bazen de kızıyla yaşadığı sorunları aktarıyor. İlerleyen sayfalarda Olga bizi annesiyle, babasıyla, kocası Augusto’yla, sevgilisi ve kızının gerçek babası Ernesto’yla tanıştırıyor. Yaşadıklarını, yaşayamadıklarını akılda lezzet bırakan bir üslupla ve okuyucusunu zorlamayan bir sadelikle anlatıyor. 29 Kasım tarihli mektubundan kızı Ilaria’yı bir araba kazasında kaybettiğini, bu kazadan da kendisini sorumlu tuttuğunu öğreniyoruz.
Bir sonraki mektup Olga’nın bahçede dolaşırken bulduğu kuş yavrusuna komşusunun yem getirmesiyle başlıyor, kızının öldüğü gün kendisine yaptığı sürpriz ziyareti anlatmasıyla sürüyor. Ilaria’nın olayları dramatize etmeyi sevdiğini doktor randevularına bakış tarzından ve o gün bahçedeki arıya gösterdiği tepkiden anlıyoruz. Tüm bunları öğrenmemizin nedeniyse Olga’nın duyduğu derin pişmanlığı torunuyla paylaşmak istemesi, kızına babasının aslında babası olmadığını söylemesiyle kaza arasında bağlantı kurması.
O günün bir film şeridi gibi aklına kazındığını, ancak bir perdede oynamadığını duvara çivilenip kaldığını söylüyor huzursuz ve pişmanlık içindeki Olga. Ama ondan önce de torununa ve okuyucusuna deterjan paketlerinden çıkan ucuz radyolardan hareketle hayatı tek boyutlu gördüğümüzü, zihin-yürek karşılaştırmasından yola çıkarak da mantıkla yaşamı ıskaladığımızı hatırlatıyor. Tamaro da ona “bugün yazdığım sayfalar sanki pek çok tarifi karıştırarak yapılmış bir keke benzedi” dedirtiyor.
Kitabının son paragrafında Olga “önünde pek çok yol açılıp hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine girme, otur ve bekle” diye telkinde bulunuyor torununa ve onun arayıcılığıyla okuyucularına. “Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git” diye bitiriyor mektuplarını ve dolayısıyla yazarının romanını. Geriye buruk bir hüzünle birlikte 25 yıldır okumamış olmamın pişmanlığını bırakarak.
Eğer siz de hala okumadıysanız Eren Cendey’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan İtalyan edebiyatının bu duyarlı örneğini daha fazla bekletmeyin derim. Tamaro’nun bize tuttuğu aynadan yararlanın, kader yerine seçme hakkını dikkate alın. Fırsatı ve niyeti olanları çıkartmaya çalıştığı içsel yolculuğa katılın. Kendimizi aşabileceğimizi, şartlar ve mantık diye dayatılan toplumsal anlayışı, anlatıyı düşünün. Üslubunun didaktik olmamasının, yazarının okuyucusunu yargılamamasının keyfini çıkartın.
***
Diğer yandan içsel yolculuğu, özgünlüğü aramayı nafile bir çaba diye görenler olduğunu da unutmayın. İlgilenenler olursa Alexander Stern’in geçtiğimiz günlerde Aeon’da çıkan “Authenicity is a sham” (Özgünlük bir düzmecedir) yazısını okumalarını önerebilirim. Stern makalesine popüler kültürün, meslek gurularının kendini bulma ve gerçekleştirme çağrılarından yola çıkarak başlıyor. Zamanımızı boş bir arayışla geçirdiğimizi, şartlarla, fırsatlarla, yaptığımızı seçimlerle zaten sonuçta kendimiz olduğumuzu söylüyor.
Kendini aramanın, aşmaya çalışmanın lüks olduğundan ve özgünlüğün düşünsel tarihinden söz ediyor. Oscar Wild’a atıfla İsa’nın ilk “bireyselci” olduğunu iddia ediyor. Tanrının yeryüzüne indirilip bizden birine dönüştürüldüğünü, onun mücadelesinin dışarıdan çok içeriye, nefsine yani kendine karşı olduğunu anlatıyor. Sonra sıra St Augustine’e, oradan da Kierkegaard’a ve tahmin edebileceğiniz gibi Varoluşçuluğa geliyor. Sartre’ın kötü kader diye bir şey olmadığını söylediğini, kaderimizin seçimlerimizle belirlendiğini hatırlatıyor.
Frankfurt Okulundan Adorno’nun varoluşçuluk eleştirisine, bireyin atomize edilmesine, fetişe dönüştürülmesine ve faşizm gibi akıldışı kitlesel hareketlere açık hale getirilmesine atıfta bulunuyor. Stern bizi Christopher Lars’la ve diğer günümüz “düşünürleriyle” de tanıştırıyor. Kendimiz için çıkış aramamızdan duyduğumuz bunaltının insanlığı tüketime, birilerine benzemeye, en çok da Narsisime yönelttiğini vurguluyor.
Ona göre içimize dönmek yine de iyi fikir. Yeter ki dışımıza tekrar dönmeyi becerebilelim. Stern bir de romantikleşmememizi, gerçeklerle bağımızı kopartmamamızı öneriyor. Tamaro ise bizi dünyaya farklı şekilde bakmaya, aklımızdan çok yüreğimizi kullanmaya, içgüdülerimize güvenmeye teşvik ediyor. Doğrusu kim haklı bilmiyorum. Bildiğim bugünün Pazar ve tatil olduğu, kendimizden biraz kaçıp, biraz da uzaktan bakabilme imkanına sahip olduğumuz. En azından bazılarımızın…