Otuz yıl önce dün dünyanın en büyük devleti dağılmış, 25 Aralık 1991 saat 19.32’de Kremlin’deki Orak-Çekiçli SSCB bayrağı indirilerek yerine törenle Rusya Federasyonu’nun üç renkli bayrağı çekilmişti. Birkaç gün içerisinde Rusya Federasyonu SSCB’nin pek çok sorumluluğunu üstlenmiş, Birleşmiş Milletler ’deki Sovyetler Birliği temsilcisi Rusya’yı temsil eder hale gelmişti. Tüm bunlar da bir savaş ve iç çatışma yaşanmadan olmuştu.
22.4 milyon kilometrekarelik ülke Ağustos darbesini takip eden üç ay içinde hiç alışılmadık ve belki de beklenmedik bir şekilde müzakereyle kendini oluşturan parçalara bölünmüştü. Ortaya çıkan yapıya Bağımsız Devletler Topluluğu adı verilmişse de hukuki varlığı devletten çok bir uluslararası örgüte benzemişti. Bağımsızlığa geçişi kolaylaştırıcı bir mekanizma olarak düşünüldüğü izlenimi uyandırmıştı.
Zaten ilk kopuşlar çoktan başlamış, Doğu Avrupa’daki demokratikleşme dalgası başta Baltık ülkeleri olmak üzere Sovyet coğrafyasını daha 1989 Ağustos’unda vurmuştu. 23 Ağustos 1989’da yaklaşık 2 milyon insan Estonya, Latviya ve Litvanya’da el ele tutuşarak 600 kilometrelik bir zincirle 1940’da imzalanan Molotov-Ribbentrop Paktı’nı, ülkelerinin işgalini, 1944’de SSCB’nin parçası olmalarını protesto etmişti.
Farklı nedenlerle de olsa benzer gösteriler Gürcistan ve Azerbaycan’da da görülmüş, bir yanda milliyetçilik öte yandan demokrasi ve tabii ki daha iyi yaşam arzusu Sovyetler Birliği’ni sarsmaya başlamıştı. 1990 yılının Mayıs ayının sonunda Baltık ülkeleri teker teker bağımsızlıklarını ya ilan etmiş ya da tescil ettirmişti. Diğer cumhuriyetlerde de durum çok farklı değildi, Sovyetler Birliği pek çok tarihçiye göre son lideri Gorbaçov’un reformlarına dayanamamıştı.
1985’de Glasnost ve Perestroyka ile başlayan, sonra farklı kavramlarla ve anlayışlarla şekillenen süreç 1991 sonu itibarıyla ülkenin sonunu getirmişti. Sovyetler Birliğine açıklık ve demokrasi iyi gelmemişti. Kapalıyken dünyayla rekabet edebilen kendiyle büyük ölçüde barışık yaşayan ülke kontrolün gevşemesiyle parçalanmıştı. Bir de üstüne Ağustos 1991’deki başarısız darbe teşebbüsü eklenince süreç iyice hızlanmıştı.
Darbe olmasaydı, reformlar yapılmasaydı ya da Doğu Avrupa’ya özgürlük, kendi kaderini belirleme hakkı tanınmasaydı Sovyetler Birliği yine de ayakta kalır mıydı kestirebilmek güç. Bu konuda ne söylersek söyleyelim spekülasyondan öteye gitmeme olasılığı yüksek. Çünkü tarih laboratuvar değil. Şartlar farklılaştırılıp akış yeniden kurgulanamaz. Ama içinde yaşayanlar, tarihi şekillendirenler duruma farklı bakabilirler.
Onlar, en azından bir kısmı darbe teşebbüsünden sonra bile Sovyetler Birliği’nin küçülse dahi yaşayabileceğini, yeni reformlarla hayatta kalabileceğini düşünebilirler. Baltık ülkeleri ayrılsa da diğerlerini bir arada tutabilme imkanı olduğunu söyleyebilirler. Bu yüzden tarihe ilk elden tanık olanlara, sürecin içinde yaşayanlara kulak vermekte yarar var. Niyetleri belki kendilerini aklamak fakat sonuçta tanıklıklarını bizlerle paylaşıyorlar.
SSCB’nin son Dışişleri Bakanı ve ilk Londra Büyükelçisi Boris Pankin de bunlardan biri. Sovyetler Birliği’nin son 100 gününü anlatan ‘The Last Hundred Days of the Soviet Union’ adlı bir kitap yazmış Pankin. Tauris tarafından 1996’da basılan kitabı sanırım ben de birkaç yıl sonra satın almışım. Biraz bakıp, her nedense bazı ilgisiz yerlerin altını çizerek kitaplığımdaki Rusya bölümüne koyup uyumaya bırakmışım.
Ekonomist’in son sayısındaki uzun sayılabilecek SSCB’nin çöküşü yazısını görünce aklıma geldi ve birkaç gün içinde soluksuz okudum. Darbe teşebbüsü sırasında Sovyetler Birliği Büyükelçisi olarak bulunduğu Prag’da darbecilere karşı çıkışı nedeniyle Gorbaçov tarafından bizzat aranarak Moskova’ya çağrılan ve daha o gün Dışişleri Bakanı yapılan Pankin’in anlattıkları bana ilginç geldi.
Sovyet sisteminin iç işleyişini, görünenin ve bilinenin ötesine geçen samimi anlatısıyla aktardıklarından bir çok şey öğrendim. Anlattıklarını burada özetlemeye kalkmam kitaba da kendisine de bana da haksızlık olur. Ancak Sovyetler’in çöküşüne neden olan en büyük sorunu Yeltsin’in ihtirası olarak gördüğünü söyleyebilirim.
Kitabının son bölümünde diğer cumhuriyetlerin liderlerinden ve onların tutumlarından yakınsa da sorumluluğu büyük ölçüde Yeltsin’e yüklüyor. Darbeye karşı direnişini güce tahvil ettiğini, Rusya’yı Sovyetlerin yerine ikame etmeye çalıştığını, kurtuluşu reformda arayan diğer cumhuriyetlerin demokratlarını korkuttuğunu ve bağımsızlık arayışına sürüklediğini anlatıyor.
Azerbaycan’da Mutallibov, Ukrayna’da Kravçuk, Moldova’da Snegur, Tacikistan’da Nabiyev gibi liderlerin bu korkuyla siyaset yaptıklarını, yerlerini sağlamlaştırdıklarını, darbe teşebbüsü sonrasında kurulan Devlet Konseyi’nin çalışmalarını bazen sessizlikleriyle, bazen Moskova’da farklı kendi ülkelerinde farklı konuşarak sabote ettiklerini yazıyor. Anlattıklarını anekdotlar ve gözlemeleriyle zenginleştiriyor. Kitapta Türkmenbaşı’nın nasıl Türkmenbaşı halinde geldiği bile var.
Ama çöküşten, Sovyetler Birliği’nin Bağımız Devletler Birliği haline dönüştürülememesinden Yeltsin’i sorumlu tutuyor. Ukrayna’nın bağımsızlık referandumundan sonra Gorbaçov birlikteliği sürdürmek için çareler ararken Yeltsin’in Rusya’nın da aynı şekilde davranması gerektiğini düşündüğünü vurguluyor. 8 Aralık 1991’de Belarus ormanlarındaki (Belovezhskaya) bir köşkte Ukrayna ve Belarus devlet başkanlarıyla aldığı SSCB’ni bitiren kararını sorguluyor.
Yorumlarının, analizlerinin tümüne katılmak, özellikle de Rusya’nın Batılı dostlarının onun anlattığı kadar masum olduklarına inanmak zor. Ama yine de Pankin’in kitabı okunmayı hakkediyor. Gelişmeleri kalıpların, önyargıların ve özellikle de teorilerin ötesine geçerek anlatıyor. Okursanız biz de dahil kimseyle karşılaştırmadan, ders çıkartmadan okuyun derim.
Unutmayalım ki dünya siyasetiyle şu ya da bu şekilde ilgilenenler için SSCB eskiden de önemliydi, şimdi de önemli. SSCB’de sadece geçmişi değil geleceği de buluyorsunuz. O zamanın anlayışı bugüne ışık tutuyor, bazı sorunların seyrini daha kolay anlıyorsunuz. Ukrayna-Rusya gerilimini de, Batı ile Rusya arasında giderek tırmanan krizi de daha iyi tanımlıyorsunuz. Bir de bu tür kitapları okurken keyif alıyorsunuz. İyi, huzurlu ve bol okumalı bir Pazar günü dileğiyle…