Yanlış anlaşılma olmaması için baştan belirtmekte yarar var, söz konusu olan benim değil 53 yaşındaki Elias Rukla’nın hayatı. Oslo’da yaşıyor, Fagerborg Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapıyor. Öğrencilerine İbsen anlatıyor. Anlatışını kendisi için heyecan verici kılmak amacıyla elindeki metni her seferinde yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Aklına belli ki Yaban Ördeği’ndeki Dr. Relling’e takmış.
Sınıfındaki 29 öğrencinin ilgisizliğinden de, kendinden de, anlatma zorunda olduğu dersin içeriğinden de bıkmış. İlgi çekemediğinin farkında. Bunalıyor ve bunaldığını Dag Solstad vasıtasıyla Mahcubiyet ve Haysiyet kitabının ilk 25 sayfasında bizlerle paylaşıyor. Tekrar tekrar Yaban Ördeği’ne dönüyor. Karakter olarak kendisine çok benzeyen Peer Gynt’den ise nedense bahsetmiyor.
Hayatının dönüm noktası olacağı daha ilk sayfada ilan edilen günde de açamadığı katlanır şemsiyesine kızıp kontrolünü kaybediyor. Ben Okurum’da Deniz Yüce Başarır ile konuşan Ömer Türkeş’e göre Elias Rukla’nın içinde hayat bulduğu kitabın adı da zaten buradan geliyor. Bir öğrencisine anlamı ve gereği olmadığı halde ağza alınmayacak sözler söyleyen Elias mahcubiyetini yenemeyip haysiyetli davranıyor, okuldan istifa etmeye karar veriyor.
Bu kararı verdiği anda da aklına eşi Eva Linde geliyor. Fagerborg Sokağı’ndan benim de zamanında yürüdüğüm yollardan Bislet kavşağına kadar yaklaşık bir kilometrelik mesafeyi Google Maps hesabıma göre 11 dakikada geçerek Majorstua ile diğer yönler arasında seçim yapmayı düşünürken, bize Eva’yı, onunla karşılaşmasını, ondan önce de arkadaşı ve Eva’nın ilk kocası, üvey kızı Camilla’nın babası Johan Corneliussen’i hayranlık, bazen de şaşkınlıkla anlatıyor.
Anlatırken de okuyucusunu Oslo turuna çıkartıyor. Bilenleri daha da derinden etkileyen bu tur sırasında bizleri Oslo Üniversitesi’nin Blindern yerleşkesinin binalarına, yemeklerin yendiği Frederikke’ye, yurtların olduğu Sogn’a, oradaki partilere, amfi önlerindeki tartışmalara, şehrin geleneksel lokantalarına, kralın sarayının bahçesine, Oslo’nun merkezine, yani Karl Johan ve Grensen caddelerine götürüyor.
Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan 106 sayfalık kitabın 73’üncü sayfasına geldiğimizde de Elias’ın aslında yaptıklarından dolayı değil Eva’ya duyduğu sorumluluk nedeniyle mahcubiyet duyduğunu öğreniyoruz. Romandaki tüm karakterlerin yaratıcısı, sayfalar arasındaki hayatın kurgulayıcısı Dag Solstad, Elias’ın Eva’ya mahcup olmamak için davranışlarına özen gösterdiğini söylüyor.
Açıkça yazmasa da aktardıklarından onu mutlu etme düşüncesinin Elias’ı yorduğu, yıprattığı anlaşılıyor. Eva’nın olağan dışı güzelliğinin mutsuzluğunu örttüğü dönemler olduğundan söz ediyor. Elias ayrıca gündelik sıradanlıktan, hayatın magazinselleşmesinden, algının sığlaşmasından da rahatsız. Yazarı da bu durumun farkında olmalı ki 90’ıncı sayfada Elias’ın krize girmesinin an meselesi olduğunun altını çiziyor.
İlginç bir şekilde Elias’tan alışıldık bir kahraman, daha doğrusu protagonist yaratmaya çalışmıyor. Dizginleri de elinden hiç bırakmıyor, Elias’ın kendisini anlatmasına dahi fırsat vermiyor. Önemli açıklamaları üçüncü tekil şahıs üstünden kendi yapmayı tercih ediyor. Okuyucusuna kibirsiz, uyumsuz ancak hayatın anlatı içindeki akışı karşısında haklı olduğunu düşündürtebilecek bir karakter sunuyor.
Sadece bir ara Elias’a Thomas Mann’ı yazarı olarak seçebileceğini ima ettiriyor. O da muhtemelen ana karakterinden çok kendi kibrini tatmin amacıyla. Ne de olsa toplum içinde söyleyecek sözü kalmamış Elias’a dairesinin içinde volta atarken duyduğu ıstırabı Mann’ın betimlemek isteyebileceğini düşündüren kendisi. Hem de Marcel Proust ve Louis Ferdinand Céline’i eledikten sonra.
Okuduğum eleştirilerde, dinlediğim podcastlarda Elias’ın arkadaşı Johan’ın değişimine, felsefe doktorası sonrasında reklam sektörüne geçmesine atfedilen önem ve “ayıplama” bana biraz abartılı gibi geldi. Solstad’ın amacının yargılamak, yakınmak değil durum tespiti yapmak olduğuna, günümüz insanından ziyade bir insanı, kendisini anlatmaya çalıştığına kanaat getirdim.
Elias’ı derseniz ne sevdim, ne yerdim. Felsefe dâhisi olarak takdim edilen Johan’ın kızını ve karısını bırakarak Amerika’ya gitmiş olması da beni şaşırtmadı. Şaşırtan tek şey romanın kadın karakteri Eva’nın edilgenliği, belirleyici özelliğinin güzellik, masumiyet ve zayıflık olarak sunulması, mutsuzluğunun maddi tatminsizlikte, vitrinlerin ötesini görememesinde aranması, Elias’ın duygusal patlamasının onun kayıtsızlığına bağlanması oldu.
Bu nedenle galiba biraz da Solstad adına üzüldüm. Ama Banu Gürsaler Syvertsen’in mükemmel çevirisiyle dilimize kazandırılan kitabı büyük bir keyifle okudum. Vaktiniz olursa bu Pazar Mahcubiyet ve Haysiyet’i siz de okuyun, başka bir hayatın içinde kaybolup güzel bir Oslo yolculuğuna çıkın, toplu konutların olduğu Grorud’da çok zaman kaybetmeden şehrin merkezini ve okulum Oslo Üniversitesi’ni keşfedin.
1970’li yılların öğrenci tartışmalarını dinleyin. Fagerborg Lisesinin öğretmenler odasını ziyaret edin. İncir çekirdeğini doldurmayan konuşmalara kulak verin, Elias’la birlikte onlardan ve onlara benzeyen herkesten, hepimizden sıkılın. Elias’ın “borç kölesi” kavramını, kaybeden insana referans verse de borç köleliğinin onun dediği gibi bizleri hayata bağlayan bir durum olup olmadığını düşünün.
İsterseniz bu sırada size Grieg müziğiyle eşlik etsin, arka planda Peer Gynt çalsın. Thomas Mann’ın Büyülü Dağda’ki kahramanı Hans Castrop’un bir sözünün Elias’ı ve onun gibi olanları kurtaramaya, bunalımdan çıkartmaya yetip yetmeyeceği de size, nerede durduğunuza, hayatı nasıl ve ne kadar algıladığınıza kalsın.
Mahcubiyet ve Haysiyet’i bitirirseniz dünya edebiyatının sayılı eserlerinden biri olarak görülen, adı sıralamalarda Ulysses ve Kayıp Zamanın İzinde ile birlikte anılan Büyülü Dağı okumaya başlayın. Geçtiğimizin yüzyılın ilk çeyreğinde Davos’taki bir sanatoryumda geçen yedi yılı, dönemin önemli düşün akımlarının Mann tarafından tayin edilmiş temsilcilerince tartışılmasını izleyin. Huzurlu bir gün dileğiyle…