29 Ekim’e daha var ama şimdiden pek çok üniversite 100’üncü yıl etkinlikleri düzenlemeye, Türkiye’nin dış politikasının Cumhuriyet’ten bu yana seyrini ve güncel durumunu tartışmaya başladı. Takip edebildiğim kadarıyla İstanbul Üniversitesi Dışişleri Bakanlığı ile ortak bir toplantı düzenledi. Medeniyet Üniversitesi geçtiğimiz hafta içinde edebiyat ve diplomasi temasını işledi.
Çalıştığım Kültür Üniversitesi yapmayı planladığı bir dizi etkinlikten ilkinde Türkiye’nin Yunanistan’la olan genelde sorunlu ilişkilerini ele aldı. Bilgi Üniversitesi’nin de konuya istinaden bir toplantı düzenlediğini duydum. Yarın ve öbür gün de Altınbaş Üniversitesi 100’üncü yıl temalı kapsamlı bir akademik sempozyum düzenliyor.
Eminim yakında bunları diğerleri takip edecek, siyasetin gerilimi düştükçe ele alınan konular, eleştiri ve öneriler köşe yazılarına da yansıyacaktır. Umudum bu tür çabaların hem akademik bilginin derinleşmesine, çeşitlenmesine, yeni araştırma alanlarının açılmasına, hem de karar vericilerin daha sağlıklı düşünmesine katkıda bulunması.
Temennimin ikinci kısmı için çok ümitli olmasam da bizim alanın toplumsal faydasının ancak siyasete tercüme edilince ortaya çıkacağını -belki de abartılı bir iyimserlikle- düşünmeden edemiyorum. Nasıl ki jeologlar deprem uyarısı yapıyorsa bizlerin de bir başka felaketin, savaşın uyarısını özellikle de Zeynep Pamuk’un Bilge’den çıkan “Siyaset ve Uzmanlık” kitabını okuduktan sonra yapmamız şartmış gibi geliyor.
Savaşları önlemek, önlenemeyenleri bitirmek için alınacak tedbirlerden söz etmemizin, caydırıcılığın arttırılmasının önemini vurgulamamızın, ülke güvenliğine yönelik risk ve tehditlerin belirlenmesine katkıda bulunmamızın gerekli olduğuna, bir de bu işin özünün karşınızdakinin önce aklını, sonra da eylemini kontrol etmeye dayandığını hatırlamamızın zorunlu olduğuna inanıyorum.
Ama ilkelere, kavramlara ve kuramlara ilişkin tespitlerimi uzatıp konudan uzaklaşmak da istemiyorum. Çünkü bu yazıda ve fırsat buldukça yazacağım diğer dönem değerlendirmelerinde asıl aktarmak istediğim bir yüzyılda nereden nereye geldiğimiz, hangi önemli dönüm noktalarından geçtiğimiz. Ancak daha fazla ilerlemeden TDP kısaltmasının Türkiye’nin Dış Politikası olduğunu da belirtmem gerek.
Türkiye için ilk ve en önemli dönüm noktası şüphesiz ki büyük bir askeri başarı ve zorlu bir diplomatik mücadeleden sonra imzalanan, Kasım 1914’de çok da bilincinde olmadan girdiği Dünya Savaşı’nı bitiren Cumhuriyet’in öncüsü Lozan Barış Antlaşması’ydı. Türkiye kendisine dayatılan paylaşım mutabakatından bu antlaşmayla kurtulup Hatay dışındaki sınırlarını belirlemiş, egemenlik haklarına konan kısıtlamalardan büyük ölçüde kurtulmuştu.
İkinci önemli dönüm noktası daha sonra protokollerle güçlendirilip 1945’e kadar hayatta kalan 1925 tarihli Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’ydı. Kurtuluş Savaşı sırasında başlayan ve derinleşen işbirliği bu antlaşmayla güç kazanmış, Türkiye uzunca bir süre dış politikasını Sovyet ekseni üstüne oturtmuştu.
Sovyetler Birliği hemen her zaman hem dost hem de hasım olarak önemini hissettirse de Türkiye 1933’ten başlayarak yeniden İngiltere’ye dayamaya başlamıştı. 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi müzakereleri sırasında da İngiltere’nin Türkiye’ye ve bulunduğu bölgeye bakışının değişmesi sayesinde yakınlaşma daha da artmıştı.
Diplomasi tarihinde üçüncü kırılma noktası olan bu sözleşmeyle Türkiye bir yandan Lozan’da dahi kısıtlanan egemenlik haklarını geri alıp, Boğazlar bölgesinin askeri ve siyasi yönetimini ele geçirirken, diğer yandan savaş ve pek yakın savaş tehdidi karşısında yabancı askeri gemilerin boğazlardan geçişini kısıtlama yetkisini Ankara’ya bırakarak ona önemli bir koz vermişti.
Bu koz Türkiye’nin 1939 yılında, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında Fransa ve İngiltere ile ittifaka girerken savaşa katılımını şarta bağlayacak koşulları pazarlık etmesini ve aslında Hatay’ın da Türkiye’ye katılımını sağlamıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında düştüğü yalnızlıktan kurtulmasında da Montrö’nün getirdiği rejimin korunması gereğinin idraki önemli rol oynamıştı.
Günüzde bile aynı kozu kullandığımız, Ukrayna Savaşı için 19, 20 ve 21’inci maddelerinden faydalandığımız düşündüğümüzde, 28’inci ve 29’uncu maddeleriyle 1982 tarihli BMDHS’nin boğazlara atıfta bulunan bölümünü dikkate aldığımızda, Montrö’nün tarihte kalan bir dönüm noktası olmadığını, korunması gereken bir büyük stratejik manivela olduğunu söyleyebiliriz.
En az Montrö kadar kalıcı, değişimi sismik siyasi sarsıntı yaratacak bir başka tarihi dönüm noktasıysa 1946’da yaşandı. Türkiye’nin 1939’da imzaladığı ittifak antlaşmasına rağmen savaşa girmemesi, tarafsızlığını mümkün olduğunca koruyarak baskılara direnmesi, ama aynı zamanda Almanya’yı da kızdırmayacak, kendisine Norveç muamelesi yapmasına yol açmayacak politikalar benimsemesi savaş sonunda yalnızlığına yol açmıştı.
Bu da uzunca sayılabilecek bir süre savaşın galiplerinin Türkiye’nin çıkarlarına, hatta toprak bütünlüğüne yönelik tehditlere karşı kayıtsız kalmasına neden olmuştu. Değişim bir taraftan Amerika’nın kendi beklentilerini yeniden tanımlaması, diğer yandan yukarıda da belirttiğim gibi Türkiye’nin Boğazlara sahipliğinden kaynaklanan stratejik önemini idrak etmesiyle yaşandı.
Savaş sırasında Washington’da ölen Büyükelçimiz Ertegün’ün naaşını Türkiye’ye getirmek gerekçesiyle zamanın en önemli savaş gemilerinden biri olan Missouri iki destroyer eşliğinde 1946 Nisan’ında İstanbul’a gelince Türkiye’nin yeni dünya düzeni içindeki yeri belli olmaya başladı. Sovyetler’den uzaklaştı Amerika’ya yakınlaştı.
Bu yakınlaşma İngiltere ile olanlardan çok daha farklı ve iki taraf için de çok daha kapsamlıydı. Unutmayalım ki ABD Başkanı Truman Türkiye ve Yunanistan için bir doktrin ilan etmiş, Türkiye de demokratik siyasetin kapısını aralayıp ilk gerçek çok partili seçimini gerçekleştirmişti. Zaten ardında da askeri ve mali yardımlar geldi.
Türkiye savunmasını güçlendirdi, Sovyetler kaynaklı saldırılar karşısında yeni ortağının artık sessiz kalmayacağını anladı. Kuruluşundan üç yıl sonra da ilk genişlemesinde NATO’ya üye olarak günümüze değin Amerika’nın nükleer caydırıcılığından, hepsinden önemlisi de diğer üyelerle olan sorunlarının yönetiminde bu ittifakın içinde yer almanın nimetlerinden yararlandı…