Muhtemelen boşuna yazıp çiziyoruz ama Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’la ilgili ‘hak ihlali’ kararı sonrasında, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Anayasa’nın 138 ve 153. maddelerinin açık hükmüne rağmen hukuka direnmesi karşısında suskun kalmaya da vicdanım elvermiyor.
Herhalde dünyanın hiçbir demokratik hukuk devletinde, kendi anayasasına itibar etmeyen bir yargı sistemi yoktur. Ama ne yazık ki bu ülkede artık işler böyle yürüyor. Aslında bir hukuk devletinde anayasa ve yasalar çerçevesinde kararlar vermekle yükümlü bulunan yargıçları bağlayan tek güç evrensel hukuk normlarıdır. Kaldı ki anayasanın açık hükmüne rağmen, Anayasa Mahkemesi’nin kararını yok saymak aslında çok açık bir anayasa suçudur.
Ancak hemen belirtelim, bu tutumdan dolayı yargıçları sorumlu tutmak çok da hakkaniyetli bir yaklaşım olmayacaktır. Zira “kuvvetler birliği” esasına dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, hukuki normlara göre hareket eden yargıçları koruyacak hiçbir hukuki güvence bulunmamaktadır. Dolayısıyla hukuk normlarına uygun ama siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen kararlar verildiğinde, hakim ve savcıların yerleri rahatlıkla değiştirilebilmektedir.
Oysa Avrupa Konseyi’nin anayasal danışma organı olan Venedik Komisyonu’nun bu konudaki görüşü son derece nettir. Venedik Komisyonu tutarlı ve sürekli olarak hakimlerin görev yerlerinin değiştirilememesi ilkesinin anayasalarda yer almasını önermektedir. Hakimin iradesi hilafına görev yerini değiştirmek ancak istisnai hallerde uygun görülebilir.
Hiç lafı eğip bükmeden söylemek gerekirse, halen seçilmiş bir milletvekili olan Can Atalay kararı hem millet iradesine karşı bir ‘vesayet’ girişimidir hem de açık bir anayasa ihlalidir.
2021 yılında yaptığı bir konuşmada AYM kararlarının uygulanmaması halinde, orada yargılama yapmanın da mahkemenin karar vermesinin de bir anlamı kalmayacağını belirten Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın şu ifadeleri başka bir söze gerek bırakmayacak kadar açık ve net: “Mahkeme kararlarının icrasının hakkıyla sağlanmadığı bir yerde hukuk devletinden bahsedilemez. Çünkü hukuk devleti bir söylemden ibaret değildir. Mahkeme kararlarının icrası, Anayasa Mahkemesi kararlarının özelde icrası, bir ülkede hukukun üstünlüğünün olduğunun da temel işaretlerinden biridir. Anayasa Mahkemesi, anayasaya aykırılık konusunda bir karar verdikten sonra bu aykırılıkta ısrar, anayasanın kasten ihlalidir.”
Anayasa’nın 138 ve 153. maddelerine göre AYM’nin kararları tüm devlet kurum ve kuruluşlarını bağlayıcı hükümler getirdiği halde, yerel mahkemenin, “anayasanın bu maddelerine uymuyorum ve de itibar etmiyorum” tarzında adeta bir meydan okuyuş sergilemesinin ne yazık ki hukuksal bir izahı bulunmamaktadır.
Yazının başında da belirttiğim gibi, aslında ‘anayasa’, ‘hukukun üstünlüğü’, ‘yargı bağımsızlığı’ benzeri kavramların bugünün Türkiye’sinde hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Gerek iktidar erki gerekse toplumun önemli bir bölümünün de böyle bir derdi yok zaten. Eğer toplumun kahir ekseriyetinin hukuk, adalet, özgürlük gibi temel kavramlar konusunda bir hassasiyeti olsaydı, herhalde 14/28 Mayıs seçimlerinin sonuçları böyle olmazdı.
Ama bir gerçek var ki ‘hukuk devleti’nin zaafa uğradığı, adaletin terazisinin doğru tartmadığı bir Türkiye’de bütün seçimlerden zaferle de çıksanız, yaşanan ekonomik krize ve fukaralığa çözüm üretmeniz mümkün olmuyor. Her ne kadar iktidarlar da toplum da bu gerçeği görmek de zorlansa da ekonomi ile demokrasiyi ve hukuku birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Nitekim iktidar, seçimlerden sonra doğru bir adım attı ve rasyonelleşme zarureti yüzünden ekonominin başına Mehmet Şimşek’i getirmek zorunda kaldı. Ama öyle anlaşılıyor ki yargının anayasal bir zeminde kararlar veremediği, yani hukukta da rasyonelleşme adımları atılmadığı sürece ekonomideki rasyonelleşmenin de sağlıklı yürümesi pek mümkün gözükmüyor.
Maalesef son dönemde yaşanan hukuk faciaları, özgürlüklerdeki ciddi daralma ve basın özgürlüğüne yönelik negatif girişimler endişe verici bir durum arz etmeye başladı. Eğer özellikle hukukta her geçen gün derinleşen çürüme konusunda bir an önce rasyonel adımlar atılamazsa, ekonomideki pozitif beklentiler de ciddi darbe alabilir