Ülkemizde korona tehlikesinin her geçen gün endişe verici bir seyir izlediğini artık hepimiz biliyoruz.
Hatırlayalım Çin, Kovid-19 salgınını Dünya Sağlık Örgütü’ne 2019’un son günü bildirdi. Ve salgının boyutlarını 20 Ocak’a kadar da sakladı, önemsiz gösterdi. Virüs kontrol edilemez noktaya geldiğinde ise iş işten çoktan geçmişti.
İtalya’da salgın 31 Ocak’ta tespit edildi, ancak tedbir almakta gecikildiği için bugün manzara vahim... Bizde ise ilk vaka 11 Mart’ta tespit edildi, yani Avrupa’da ve dünyada hızlı dolaşım sürecine girdikten neredeyse iki ay sonra...
İşin başında hükümet dahil hiçbirimiz tehlikeyi yeterince ciddiye almadık. Henüz daha tespitlere bile başlanılmadığı günlerde hepimiz, “Bizde vaka çok az, dünya bize gıpta ile bakıyor, virüs bize teğet geçecek” benzeri değerlendirmelerle zaman kaybettik. Oysa böyle düşündüğümüz saatlerde bizde de yüzlerce vaka vardı. Ancak henüz test yapılmadığı için bunlar sadece tahmindi.
Şimdi tedbirler attırıldı ama vaka sayıları da artık katlanarak artıyor. Düşünün ki Avrupa’da ateş bacayı sardığı günlerden bu yana, Türkiye’ye yüzbinlerce insan giriş yaptı ve bir o kadar insan da çıktı.
Maalesef bu dolaşım sürecinde uluslararası havaalanlarından Türkiye’ye gelen ve virüs kapma ihtimali olanları erken tespit etme fırsatını kaçırdık, turist ya da başka vesilelerle gelmiş olanların başka kişilerden virüs kapmış olanlarını tespit etme fırsatını da kaçırdık. Dolayısıyla dışarıdan gelenler ellerini kollarını sallayarak ülkede dolaştıkları için, hiç yurt dışına çıkmamış vatandaşları bunlardan korumayı da başaramadık. Daha da vahim olanı, bu süreçte havaalanlarını, bilet ve check-in kuyruklarını, otobüsleri, otobüs terminallerini sanki virüssüz alanlarmış gibi değerlendirdik.
Şu ana kadar olan gecikmeleri, tespit yetersizliklerini bir tarafa bırakalım, çünkü zaman kaybetmeye hiç tahammülümüz yok. Bu arada test sayılarının ülke genelinde hızla arttığını da belirtelim. Ama bilelim ki biz efsunlu filan değiliz, bütün insanlarla birlikte bu dünyada yaşıyoruz, virüs sınır kapılarında pasaport kontrolüne tabi olmadığına göre bize uğraması da kaçınılmaz.
Üstelik coğrafi konumumuz gereği Ortadoğu, Avrupa, Asya ile yakın ilişkiler içindeyiz ve özellikle komşu ülkelerle akrabalık bağları dahil adeta iç içeyiz. Ayrıca buna kültürel kodlarımızdan kaynaklanan bilimden çok hurafelere inanma davranışını da eklersek, karşı karşıya bulunduğumuz riskin vahametini sanırım daha iyi anlarız.
Hiç lafı dolandırmadan söyleyelim, kelimenin tam anlamıyla ciddi bir riskle karşı karşıyayız. Her konuda olduğu gibi korona salgınında da tek tutunacak dalımız bilimdir ve rasyonel akılla tedbir almaktır.
Hiç kuşkusuz vatandaş olarak tek tek her birimiz önlemlerimizi alarak kendimizi riskli ortamlardan izole etmek durumundayız. Bu bireysel mücadelenin ilk adımı, ama yeterli değil, nasıl benim görevim öncelikle kendi önlemlerimi almaksa, bütün organizasyon imkanları elinde olan devlet de süratle hareket ederek sokağa çıkma yasağı da dahil olmak üzere her türlü tedbiri almakla yükümlüdür. Eğer hızlı hareket etmezsek, bir hafta sonra buna da hayıflanabiliriz...
Ve tabii ki kriz dönemlerinde en büyük ihtiyacımız olan şey şeffaflık... Eğer şeffaflık ihtiyacı karşılanamazsa fısıltı gazetesi etkin hale gelir ve insanların zihninde soru işaretleri artmaya başlar. Bu durum toplumda panik hali oluşturabileceği gibi, bazı insanlarda da krizin ciddiyeti konusunda duyarsızlığa yol açabilir.
Açıkçası bir takım manipülasyonların önünü kesmek, toplumda kaos algısı oluşturmak isteyenlere fırsat vermemek için, elimizde gerçeklerden oluşan şeffaf yaklaşımdan daha değerli bir argüman bulunmamaktadır. Zaten ‘açık toplum’ olmanın fazileti de budur.
Unutmayalım, bilinçli ya da bilinçsiz bir takım bilgilerin örtbas edildiği, saklandığı şeklinde negatif bir algının oluşması, toplumda devletin güvenilirliği konusunda tereddütler oluşmasına vesile olur ki, bu durum birlikteliğimize ve özellikle de virüsle mücadele motivasyonumuza zarar verir.
Bilelim ki bu felaketten asgari zararla çıkmanın yolu; cezalandırıcı yöntemlere baş vurmadan, toplumun hiçbir kesimini ötekileştirmeden elbirliği ile, akıl, bilim ve vicdanla hareket etmekten geçiyor.