Salgın vesilesiyle yaşadığımız karantina günleri gerek bireysel, gerek toplumsal, gerekse devleti yönetenler düzeyinde bir iç muhasebe yapmak açısından ciddi fırsatlar sunuyor.
Hayatın normal seyrini sürdürdüğü günlerde insan bazen her şeyi çok iyi yaptığını düşünerek eleştirilere karşı kapılarını kapatıp duyarsız davranabilir, hatta karşı taarruzda da bulunabilir.
Evet bu durum erdemli insan açısından bir nakısadır, ama insan tabiatı da biraz böyle bir şeydir, yani eksikliklerini görmeyi pek istemez. Hele de siyasal iktidarlar üzerlerine tutulan projektörlerden hiç hoşlanmazlar.
Ancak şimdi normal zamanlarda değiliz, iktidarlar da, tek tek bireyler de geçmişte ve halen yaptıklarının ne kadar doğru olduğunu ve bunların kimler için nasıl bir fayda ya da zarar ürettiğini vicdanlarında muhasebe edebilirler. Bu yüzden salgın günleri, hayatımızı vicdanlarımızda çek etmek için çok önemli bir fırsat.
Siyasal iktidarlar genel olarak söylem düzeyinde ve de kağıt üzerinde yapıp ettiklerini her zaman tevil edebilirler; ancak vicdan denilen şeyi ikna etmek o kadar kolay değildir.
Kuşkusuz bugünler vicdan muhasebesi açısında önemli olduğu kadar, özellikle iktidarların popülist söylem tuzağına düşmeleri konusunda da elverişli bir ortam oluşturmaktadır. Zira iktidarlar yaşanan kriz şartlarını kendilerini aklama söyleminin gerekçesi olarak da kullanabilirler.
İşte esas tehlike de bu noktada başlamaktadır. Unutmayalım ki toplum-siyaset ilişkisinin ahengini bozan en önemli unsur, kendini yenilemeyi göze alamayan siyasal iktidarın her gün çeşitlenen toplumsal sorunları hep aynı kısır pencereden tanımlamaya çalışmasıdır. Çünkü bu durum, doğal olarak iktidarların topluma yabancılaşması sonucunu üretecektir. Bu da ister istemez otoriter damarın güçlenmesi demektir.
Dolayısıyla kriz dönemlerinde “hikmetinden sual olunmaz” iradesine sığınarak izah ettiğimiz bazı icraatları, fırtına dindiğinde topluma anlatmak o kadar kolay olmayabilir. Eğer şimdi dile getirilen eleştiriler görmezden gelinirse iktidarla toplum arasındaki kopuşun derinleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Biliyoruz ki şu günlerde bazı yanlışlara dikkat çekmek hiç arzu edilen bir şey değil, hatta tehlikeli bile... Zira iktidarın yaptığı her şeyin mutlak doğru olduğuna inanan bir kesim var ve önüne geleni biçmekte kararlı. Onlar bir yanlışa yapılan en küçük itirazı bile iktidar düşmanlığı ve de “ihanet” olarak değerlendirmekte bir beis görmüyorlar.
Oysa iktidarlar da zaman zaman yanlışlar yapabilirler ve açık toplumlarda başta bireyler olmak üzere, gazetecilerin, sivil toplum örgütlerinin ve siyasal partilerin yanlışlar konusunda uyarılarda bulunmaları demokratik bir görevdir. Ayrıca iktidarların eleştirilmesi dünyanın sonu demek değildir.
Eğer bu konuda siyasal ve ideolojik kimliklerimizi bir tarafa bırakarak vicdanlarımızın sesini dinleyebilirsek, eminim toplumsal birlikteliğimiz açısından daha doğru bir adım atmış oluruz.
Şimdi son dönemde yaşananları, ‘ihanet’ ya da ‘vatanseverlik’ parantezine almadan vicdanlarımızda muhasebe etme zamanı... Mesela şu soruları açık yüreklilikle kendimize soralım.
Belediyelerin salgın mağdurlarına yardım yapmasını, “paralel devlet” olarak tanımlamayı hangi ahlaki kriterlerle izah edeceğiz?
Atatürk Hava Limanı’nda hazır binalar varken, korona hastanesi yapmak için milyarlık pistleri kazıp beton yığınlarıyla doldurmanın ‘vatanseverlik’ olduğuna insanları nasıl inandıracağız?
Salgın başladığı ilk günden buyana henüz içeride maske dağıtımını bile başaramamışken, ABD’ye gönderdiğimiz maske ve sağlık malzemeleri için teşekkür etmesini Sam Amca’nın Türkiye karşısında ‘diz çökmesi’ olarak değerlendirmenin akıl ve mantıkla bir izahı var mıdır?
Eğer bu sorular konusunda vicdanlarımız rahatsa, durmak yok yola devam...