Son dönemde dinin siyasetle, iktidar olgusuyla birlikte anılır olması, hatta siyasi iktidarlar tarafından adeta bir sponsorluk unsuru olarak kullanılır hale gelmesi siyasetin tabii istikametini bozduğu gibi, dini de hayli yıpratmış bulunuyor.
Kuşkusuz dinin iktidar mücadelelerinde bir araç olarak kullanılır olması sadece bugünün meselesi değil elbette. Ortaçağ Hristiyan toplumunda da Müslümanların tarihinde de karşıtlarını oyunun dışına itmek isteyen taraf, başarıya ulaşmak için hiçbir ahlaki kuralı dikkate almaksızın dini kullanmakta bir beis görmemiştir.
Çağdaş İslam düşüncesinin önemli isimlerinden birisi olan Nasr Hamid Ebu Zeyd’in İslam tarihi boyunca dinin iktidar mücadelesinde araçsallaştırılmasıyla ilgili tespiti son derece dikkat çekicidir: “İslam tarihinde tevarüs yoluyla elden ele geçen hilafetin güç ve iktidar çıkarlarının hizmetinde olan bir dini anlayış ve yorumu ortaya koyduğunu görebiliriz. Onlar bu amaçlarına ulaşabilmek için dini kendi çıkarları doğrultusunda anlayıp tefsir edecek olan bir saray uleması istemektedirler. Bu yüzden ben hilafet ve iktidarın yanında ve gölgesinde şekillenen dini akla güvenmiyorum.” (1)
Meseleye Türkiye bağlamında baktığımızda, dini siyasetle adeta eşitleyen vahşi bir görüntünün olduğunu açık yüreklilikle belirtmek gerekiyor. Aslında zaman zaman darbeler ve darbe girişimleriyle zemini tahrip edilmiş olmasına rağmen Türkiye iyi kötü demokratik geleneği olan bir ülke. Ama son rejim değişikliği ile birlikte bu gelenek de maalesef tümden yok edilmiş bulunuyor, neyse ki sandık hala kurulmaya devam ediyor, o da bir şeydir…
Aslında din-siyaset bağlamında hepimizi kaygılandırması gereken; hatırı sayılır bir demokrasi müktesebatına sahip bir ülkede siyasi iktidarın bunca tecrübeye rağmen, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde hala dini argümanları kullanarak oy hesabı yapıyor olmasıdır. Kuşkusuz sadece oy hesabı yapmıyor, aynı zamanda “AK Parti kaybederse ümmet parçalanır”, “AK Parti kaybederse Kudüs, İslam ve Mekke kaybeder” benzeri ucuz sloganlarla iktidar ve bileşenlerini kuşatan ahlaki çürüme ve yozlaşmaya meşruiyet oluşturma hesabı yapıyor. Çünkü AK Parti iktidarı yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet, liyakatsizlik ve akraba kayırmacılığı ile öylesine birlikte anılır hale geldi ki bu kirli fotoğrafı kitlelere pazarlayabilmek için muhtemelen dini en kullanışlı araç olarak görüyor.
İşte esas tehlike de bu… Zira din üzerinden siyaset üretmeye başlarsanız, artık sizi tutacak hiçbir güç yok demektir. Bütün davranışlarınızın ya da söylemlerinizin önünü “Halife”, “ümmet”, “İslam’ın zaferi” gibi bir takım sloganları yerleştirip her şeyi mubah görebilirsiniz.
Mesela “Dünyada şu anda halifelik makamı olmadığı için ümmet lidersizdir. Ve bu makamı dünyada hak eden bir kişi varsa o da Tayyip Erdoğan’dır” cümlesini kurduğunuzda, hiçbir hukuki ve ahlaki kurala ihtiyaç duymadan hakkınız olmadığı halde ihaleler alabilir, “Ormanlar, insanlar, canlılar yandı, neden bir adet bile yangın söndürme uçağı almadınız” diye eleştirenleri rahatlıkla ‘hain’ ilan edebilirsiniz… Hatta iktidara zarar verecekse ‘yalan’ söylemeye cevaz veren fetvalar bile bulabilirsiniz.
Bu ahlaki çürümenin öylesine zirve yaptığı bir haldir ki isminin önüne AK Parti etiketi ekleyen, adı sürekli mafyayla, uyuşturucu baronlarıyla, cinsellik öyküleriyle anılan bir kadın, hayatına bir de Umre ziyareti sıkıştırıp “Reis sevdalısıyım, teşkilattan yetişmiş bir insanım” dediğinde bütün kapıları açmayı başarabilmektedir.
Eğer din eksenli argümanlar üzerinden siyaset üretmeyi doğal bir hak olarak kabul ederseniz, belli bir süre sonra her türlü hukuksuzluğu, adaletsizliği, başkasının hakkına tecavüz etmeyi, devlet kurumlarını akraba kayırmacılığı ile liyakatsizlere teslim etmeyi de “ümmetin birliği” için meşru bir davranış olarak görmeye başlarsınız ki bir ülkenin felaketi tam da böyle bir zihniyet kirlenmesiyle başlıyor.
Yeni Mutezililer, Muhammed Rıza Vasfi, (Nasr Hamid Ebu Zeyd’le söyleşi, s.47, mana yayınları)