Hukukun, şeffaflığın, hesap verilebilirliğin, liyakatin esas alındığı demokratik sistemin hakim olduğu bir dünyada Türkiye’nin demokrasiyle uzaktan yakından alakası bulunmayan uyduruk bir sistemle yönetiliyor olması tarihin gelişim çizgisine de, eşyanın tabiatına da aykırı bir olaydır.
Son dönemdeki hukuksuzlukların, her gün bir yenisiyle karşılaştığımız yolsuzlukların ve adeta toptan yaşanan bütün kirliliklerin temelinde ne yazık ki bir Türk icadı olan bu “Türk tipi” rejim bulunmaktadır.
Çünkü bu rejimde devletin tepesinden en alt kademelere kadar hiçbir yetkili hesap vermek zorunda değildir.
Çünkü bu sistemde yasama da, yargı da, yürütme de tek kişinin emir ve talimatlarına göre işlemektedir.
İşte bu yüzden, suç örgütünden her ay 10 bir dolar aldığı iddia edilen siyasetçiyi sorgulayacak herhangi bir yargı makamı ya da parlamento bulunmamaktadır.
Bu yüzden Amerika ve Türkiye’de “kara para”dan aranan Sezgin Baran Korkmaz’ın yurt dışına kaçışını görecek bir göz henüz icat edilmemiştir.
Bu yüzden Yalıkavak marinanın kahyası Mehmet Ağar’ın “Ben devlet adına buradayım. Ben olmasam buruya mafya çöker” sözlerini sorgulayacak bir yargı ve devlet mekanizması yoktur.
Maalesef “kuvvetler birliği”ne dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ruhu yaşanan bu kirlilikleri görüp sorgulamayı değil, üzerini örtmeyi gerektirmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse bu sistem, erdemli bir toplum oluşturmayı değil, liyakatsizlerin, eş-dost ve akrabaların devlete çöreklendiği, devlet imkanlarının üç-beş müteahhide cömertçe bahşedildiği bir yönetim örgütlenmesini hedeflemektedir.
Montesquieu “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde tam da bu hali tarif eder: “Monarşik bir yönetimin veya istibdat yönetiminin ayakta kalması için fazla dürüstlüğe gerek yoktur. İlkinde kanunların gücü, ikincisinde hükümdarın daima havada olan eli her şeyi çözer veya zapt eder. Oysa halkçı bir devlette, bundan başka bir mekanizma daha vardır, o da ERDEM’dir.” (s.26)
Yeni rejimin başladığı ilk günden bu yana Türkiye’nin hukukta, ekonomide, dış politikada, eğitimde büyük kayıplar yaşaması bir tesadüf değildir. Zira liyakatsizlerin baş tacı edildiği, hukuk devletinin yok edildiği, özgürlüklerin askıya alındığı bir toplumda başarının değil, başarısızlığın ödüllendirilmesi kaçınılmaz hale gelmiş demektir.
Etrafta Susurluk rüzgarının estiği, yargıya müdahalenin aşikar hale geldiği, eğitim meselesinin tümden unutulduğu, ekonomideki krizin sorumluluğunu kimsenin üstlenmediği ve her şeyin hamasi söylemlerle çözülmeye çalışıldığı bir Türkiye atmosferinde kim mutlu olabilir ki…
Çok doğal olarak her şeyin böylesine tepetaklak olduğu bir Türkiye’de insanlar şaşkın ve çaresiz… Oysa iktidar için bütün yanlışlıkların, olumsuzlukların bir tek sorumlusu var, o da dış güçler, eğer buna inanmayan varsa onlar da hain…
Galiba esas sorulması gereken soru şu; sorunlarımızı evrensel insan hakları temeline dayalı eşitlikçi bir hukuk devletiyle mi, yoksa her şeyi tek kişinin zapturapt altına aldığı ihtişamlı ve de hamaseti bol otoriter bir sistemle mi çözmek istiyoruz?
Aslında şu ana kadar yaşadıklarımız “Türk tipi” rejimle sorunlarımızın daha da kronik hale geldiği, bundan sonra da ülkenin hiçbir derdine çare üretemeyeceği bir gerçek. Ama bütün bunlara rağmen, bu sistemle yürümeye devam edeceksek, o zaman demokrasiye de ihtiyacımız yok demektir…
“Eğer size göre, bir hükümetin temel amacı, ulusun bütünlüğüne daha fazla güç veya mümkün olduğunca daha fazla ihtişam vermek değil de, ulusu oluşturan bireylerin her birine daha fazla rahatlık sağlamak ve onları sefaletten kurtarmak ise; o halde, koşulları eşitleyin ve demokratik hükümeti kurun.” (Alexis De Tocqueville, Amerika’da demokrasi, s.255, Çev. Seçkin Sertdemir Özdemir)