2020’nin son günlerini ‘reform’ söylemleri ve normalleşme hayalleriyle kapattık. İlk olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan reform ve normalleşme söylemlerini dillendirdiğinde hepimiz heyecanlandık, ‘sahiden Türkiye yeniden bir normalleşme sürecine mi giriyor’ diye ciddi ciddi umuda kapıldık.
Sonra Adalet Bakanı Abdülhamit Gül çıktı ve en net ifadelerle dedi ki: “Hukukun güvenirliliği ekonominin de güvenirliliğini destekliyor, iç içe geçmiş bir durumda. İnsan Hakları Eylem Planı önümüzde, bu konuyu da ekonominin tüm taraflarıyla ele alacağız. Bu konuda daha fazla güvence nasıl olur, yakın zamanda iş dünyasının beklentilerini, Hazine ve Maliye Bakanımızla birlikte dinleyeceğiz. Adaletin tecellisi hem yerli hem yabancı yatırımcılar için çok önemli. Yatırımlar, öngörülebilir, sonuçları kestirilebilir bir hukuk pratiğiyle yakından ilgilidir. Burada ne eksiklikler var, çalışmalarımızı sürdürüyoruz.” Bakanın söylediklerinin özeti şuydu; eğer hukuki güvenilirliğiniz yoksa, öngörülebilir bir ülke olamazsınız ve hiçbir yabancı yatırımcıyı bu ülkede yatırım yapmaya ikna edemezsiniz. Evet son derece doğru bir adım, ama bizzat Cumhurbaşkanı tarafından “öngörülebilir ülke olacağız” denmesinin hemen ardından “Kavala ve Demirtaş terörist” ifadesi kullanılıyorsa o reform söyleminde bir sorun var demektir.
Keşke siyasi iktidar hiç ‘reform’ vaadinde bulunmasaydı... Zira o günkü açıklamalardan bugüne kadar geçen sürede öyle şeyler oldu ki, bırakın normalleşmeyi hukukun üzerindeki siyaset gölgesinin daha da koyulaştığı, evrensel hukuk normlarının hiçe sayıldığı icraatlara tanık olduk. Mesela HDP’nin kapısına kilit vurulması istendi, AİHM’nin Selahattin Demirtaş kararını tanımadığımızı açıkladık, kararın açıklanmasından hemen sonra alelacele Demirtaş’la ilgili yeni bir iddianame hazırlandı. Ve Anayasa Mahkemesi 1163 gündür tutuklu bulunan Osman Kavala hakkında ‘hak ihlali yoktur’ kararı verdi.
Son olarak Türkiye’nin en prestijli üniversitelerinden birisi olan Boğaziçi Üniversite’ne bir nevi ‘kayyım’ atayarak akademik özgürlüğe bir kelepçe daha taktık.
Kısacası reform ve normalleşme söylemlerinin üzerinden geçen bir aylık sürede olanların özeti bundan ibaret... Eğer “hukuk reformu”ndan anladığımız buysa söylenecek pek bir şey yok demektir. Demek ki bizim ülkemizde reform böyle oluyormuş...
Galiba mesele her gün reform vaadinde bulunmakla, hatta yasal değişiklikler yapmakla bitmiyor. Ayrıca şu andaki yasal mevzuat dikkate alındığında, yeni bir reforma ihtiyaç olmadığını söylemek bile mümkün.
Mesela Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu ile ilgili verdiği “yeniden yargılanma” kararını yerel mahkeme tanımadı. Oysa Anayasa’nın 153. Maddesi son derece açık: “Anayasa Mahkemesinin kararları yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişilikleri bağlar.”
Peki Anayasa maddesini açıkça ihlal ederek anayasa suçu işleyen yerel mahkemeyi hangi reform durduracak?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni dikkate alarak 2004 yılında Anayasa’nın 90. Maddesinde yaptığımız değişiklikle AİHM’yi bir üst yargı kurumu olarak kabul ettiğimiz halde, “AİHM kararlarını tanımıyoruz” şeklindeki meydan okumayı hangi reformla izah edeceğiz?
Sabah reform ve normalleşme vaadinde bulunup, akşam “AİHM kararları bizi bağlamaz” söylemleriyle demokratik dünyaya meydan okuyarak yabancı yatırımcıyı nasıl ikna edeceğiz?
Hiç lafı dolandırmaya gerek yok, eğer bu minval üzere devam edersek ne kendi insanımızı, ne de yabancı yatırımcıyı reform hayallerine inandırabiliriz, inandıramıyoruz da zaten... Ve en acısı da Türkiye’nin hukuk ve özgürlükler bağlamında Rusya ve Çin gibi antidemokratik ülkeler kategorisinde değerlendirilmesidir.
Hemen belirtelim yönetim anlamında bir zihniyet değişimini gerçekleştiremezsek, her gün yeni reform paketleri açıklasak bile hiçbir şey değişmeyecek ve Türkiye ekonomide, dış politikada, sağlıkta, eğitimde kaybetmeye devam edecektir.