Kültürel ve sanatsal alanda özellikle 1970’li, ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda İslami duyarlılığa sahip entelektüel kesimlerin zihin dünyası hem evrensel ölçekteki yeni gelişmelere daha açık, hem de daha özgürlükçü bir karaktere sahipti.
O yıllarda “İslamcı” olarak tanımlanan bu kesimler dünyanın farklı coğrafyalarında çıkan yeni şiir kitaplarından romanlara, hikayeden felsefi ve sosyolojik eserlere kadar geniş bir kültürel hafızaya sahiptiler. Aynı zamanda Mozart’la Dede Efendi’yi birlikte dinleyebilecek kültürel bir iklimi temsil ediyorlardı.
2021 Türkiye’sinde İslamcı aydınlar olarak tanımlayabileceğimiz bu kesimler, kültürel ve sanatsal anlamda böylesine geniş ölçekli iddialarından vazgeçmiş gibi görünüyorlar. Çünkü artık onların kendilerine ait mahalleleri, hayatı “biz” ve “onlar” diye tarif eden, yerli ve milli olabilmek için ‘ama’sız, ‘fakat’sız kendisine itaat edilmesini bekleyen bir liderleri var.
Ve çok doğaldır ki aklını, iradesini siyasi liderlerin emrine tahsis etmiş İslamcı ya da farklı bir aydın tipinin evrensel ölçekteki kültürel ve sanatsal değerlere zihin dünyasını açması beklenemez. Çünkü ruhlarını havasız kalmış bu tür mahallelerde rehin bırakmış olan bu “itaat”ci aydınlar için Beethoven ve Mozart gibi klasik Batı müziğinin dehalarını dinlemek “sömürge ruhlu aydınlar”ın işidir… Ne yazık ki liderlerinin yürüyüşünde bile keramet arayan bu kayıp entelektüeller için şiirde, müzikte, romanda, hikayede, resimde, mimaride yeni değerlerin ortaya çıkmasının çok da fazla bir anlamı yoktur.
Maalesef iktidara, güce ulaşmak özellikle İslamcı aydınların adeta dünyaya bakış açılarını değiştirdi ve bütün iddialarını boşa çıkardı. Eğer “itaat kapısı”ndan bir kez içeri girmişseniz size bütün imkan kapıları açılır, ama aynı zamanda sanatsal yaratıcılığın ve evrensel sanatın kapıları da kapanır.
Bu yolun sonu bellidir… Klasik Batı müziği, caz ve rock dinleyen aydınlar yerli ve milli değil, ecnebi ruhludurlar. “Bu çağda hala böyle bir kafa yapısı olabilir mi?” diye itiraz edilebilir. Ama ne yazık ki böyle bir kafa yapısı var ve de çok makbul…
Mesela bir vatandaş benim müzikle ilgili yazılarımdan alıntılar yaparak “Sömürge ruhlu aydın senfoni dinler” başlıklı bir yazı yazmış. Diyor ki bu vatandaş: “Rûhu Türk mûsikîsine yabancılaşmış sömürge aydını şu satırlarıyla Batı’nın kültür işgaline dâvetiye çıkarıyor ve Türk toplumunu Avrupa mûsikîsiyle yozlaşmaya teşvik ediyor: “Keşke bir gün hepimiz gecenin dibinde kırmızının, mavinin, yeşilin önünde durup birden 40. Senfoninin dalgalı deniziyle hayallerimize yelken açmayı deneyebilsek. Biliyorum, belki müziğin o coşkulu ırmağı birçoğumuzun içine hiç uğramayacak, kim bilir belki de uğrayacak ama biz o sesi hiç duyamayacağız. Bu yüzden yitip giden zamanların ardından ne kadar ağıt yaksak da nafile...” diye yazılar yazmak ve Batı’nın kültürel istilâsına karşı millî kültür hassasiyeti zayıf kitleleri senfoni dinlemeye özendirmek ihanet değilse nedir?”
İşte hezeyanlar halinde herkese saldıran bu hamasetçi kafa yapısının şekillendirdiği bir iklimde, çok doğal olarak dünya ile yarışabilecek kalitede müzisyenlere, ressamlara, heykeltıraşlara da ihtiyaç olmayacaktır. “Avrupa’nın mûsikîsine meftun olmak, ‘gâliblerin çizmesini yalayan’ a’raf’ta kalmış sömürge aydınlarının özentisidir” benzeri ucuz cümleler kurar, kısa yoldan vatanı kurtarırsınız olur biter…
Şu bir gerçek ki işporta malı düşüncelerin revaçta olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Eminim ki bugün “kendi irfanından kaçan, kendi mûsikîsinden zevk almayan” ifadeleriyle başlayıp sömürge ruhlu aydın tarifi yapanların hiçbiri ne Dede Efendi’nin, ne Itri’nin, ne de Hacı Arif Bey’in o muhteşem musiki deniziyle bir kez olsun buluşmayı bile göze alamamıştır. Çünkü bu kafa yapısı için önemli olan yaratıcılık değil, hamaset ve slogandır.
Her şeye rağmen inanıyoruz ki bu işporta malı değerlerin sonu bir gün mutlaka gelecek, Dede Efendi’yi de, Beethoven’i de dinleyen, Şeyh Galip’i, Yahya Kemal’i, Baudelaire ve Shakespeare’i birlikte okuyanlar kazanacaktır.