Gençlik yıllarımızla ilgili hafızamızı tazelediğimizde, özellikle şiirle aramızın hiç de iyi olmadığını görürüz. Ama hemen bir ayrıntının altını çizmek gerekir ki, lise yıllarında her Türk genci aşık olmuş ve şiirler yazmıştır. Dolayısıyla ‘şiirle aramızın iyi olmadığı’ hali “Her Türk genci hayatının bir döneminde şiir yazmıştır” cümlesini nakzetmiyor.
Bu durumu belki şöyle izah etmek lazım; lisedeki edebiyat derslerinde başta Divan edebiyatı olmak üzere genel olarak şiir bahsi maalesef hep itici bir dille anlatıldı ve halen de böyle anlatılmaya devam ediliyor.
Bu yüzden de öğrenciler, sanat ve edebiyata vakıf hocaların rehberliğinde hayatın içindeki şiiri estetik formlar içinde hissetmek ve duymak yerine, özellikle divan şiirini “Failatün-failatün-failün” benzeri şablonlarla karikatürize etmeyi tercih etmişlerdir.
İtiraf etmek gerekiyor ki, okullarımızda ‘estetik hazza’ dayalı sanat ve edebiyat eğitimi verilmiyor. Bir kere edebiyat öğretmenlerimizin büyük bir bölümü şiir sevmiyor, müzik dinlemiyor, film izlemiyor. Yani hayatlarının pencereleri sanatın ve edebiyatın estetik dünyasına sıkı sıkıya kapalı.
Şiirle ve sanatla barışık olmayan edebiyat öğretmenlerinin şiiri sevdirmesi mümkün olabilir mi? Elbette bütün kabahat öğretmenlerde değil. Neredeyse bütün lise müfredatının üniversite sınavlarında çıkması muhtemel sorulara göre tanzim edildiği bir eğitim sisteminde yaratıcı düşüncelerin, şiirin ve sanatsal ürünlerin yeşermesi, yeni nesillerin yüreklerinde şiire bir yer açması mümkün değildir.
Bütün bunları söylerken, elbette şiirle, müzikle ya da sanatın başka alanlarında bilgiyi dışlayan bir yaklaşım içinde olamayız. Asıl olan bilgidir, ama bir o kadar önemli olan da bu bilginin ne işe yarayacağıdır. Şiirle ilgili bilgiyi öğrencilere neden öğretiriz? Herhalde sadece üniversite sınavlarını kazansınlar diye değil. Aynı zamanda kavrayışımızın, duygularımızın ufkuna akseden şiirin, Haşim’in ifadesiyle “Sessiz şarkısı”nı yüreğinde hissetmek için...
Maalesef edebiyat öğretmenlerimizin önemli bir kısmı şiirin o sessiz şarkısına vakıf olamadıkları için, derslerde şiirlerin neredeyse her dizesini didik didik ederek anlamlar çıkarmaya çalışarak çok önemli bir edebiyat faaliyeti yaptıklarına inanmaktadırlar. Ahmet Haşim şiire ilişkin bir yazısında bu konu ile ilgili olarak önemli uyarılarda bulunmaktadır: “Mana araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ürperten zavallı bir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. Et zerresi, susturulan o sihirli sesi telafiye kafi midir?”
Eğitim sistemimizin özellikle sanat-edebiyat bağlamında aksayan yönlerinin ortaya çıkardığı tecrübe gösterdi ki, zihnen ve kalben sağlıklı nesiller yetiştirebilmek için şiiri, müziği sevdirecek ‘şiir sarrafı’ öğretmenlere ihtiyacımız var. Bütün dönemlerin şiir akımlarını, şairlerin isimlerini, hayatlarını ansiklopedilerden öğrenebilirsiniz, ama Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirini yüreğinizin kapılarını sonuna dek açmadan asla hissedemezsiniz, duyamazsınız...
Hiç unutmam, 1970’li yıllarda edebiyat derslerindeki ezberci anlayıştan sıkılıp doktordan üç günlük rapor alarak yurtta inzivaya çekilmiş ve üç gün boyunca gece gündüz Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz, Sezai Karakoç’un Hızır’la Kırk Saat ve Lorca’nın toplu şiirlerini okumuştum. Şimdi bile hala zihnimde o günlerin tazeliğini hissediyorum.