Yine şarkılarla aydınlanan bir gece ve bu kez Nina Simon... “I Love You Porgy” elimden tutup beni çok uzaklara götürüyor...
Caz, blues, soul ve folk türlerinin unutulmaz ismi Nina Simon... Olağanüstü besteleriyle, yeteneğiyle, şarkılarıyla ve sesiyle dünyaya iz bırakmış bir sanatçıdır. Simone yedi çocuklu yoksul ve siyah bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelir. New York’taki Juilliard Müzik Okulu’na gider; sonra eğitimini sürdürmek istediği Philadelphia Curtis Enstitüsü tarafından siyah olduğu için reddedilir.
1958 yılında “I Love You Porgy” şarkısıyla şansı döner ve yolu Carnegie Hall’e uzanır. 1962 yılında Siyah Panterler hareketinin önderlerinden Stokely Carmichael ile karşılaşır ve hayatında yeni bir dönem başlar. Mississippi’de bir Baptist kilisesinin bombalanıp dört çocuğun öldürülmesinin ardından “Mississippi Goddam”i yazar.
Bu şarkıylabaşlayan yeni süreç, hümanist şair Langston Hughes’un satırları eşliğinde bestelediği “Backlash Blues”, “Four Women”, “To Be Young, Gifted and Black” ve suikasta kurban giden Martin Luther King için yazdığı “Why? The King Of Love is Dead” gibi şarkılarla bir bakıma siyahi direnişin sembolü haline dönüşür.
Martin Luther King, Malcolm X, Betty Shabazz gibi siyahi önderlerle de dost olan Nina Simone, Luther King’in öldürülmesinden iki gün sonra verdiği Long Island konserinde “Why? The King Of Love is Dead” (Neden aşkın kralı öldü) şarkısının ardından sahnede gözyaşları içerisinde son dönemde öldürülen mücadele arkadaşlarının adlarını tek tek sayarak “Bizi teker teker öldürüyorlar” diyordu.
1968 yılında Nina’ya özgürlüğün onun için ne anlama geldiği sorulduğunda, önce “sadece bir his” diye yanıt vermişti. Sonrasında ise anlatmıştı kısa ve net cümlelerle:
“Sana özgürlüğün benim için ne olduğunu söyleyeyim: Korku olmaması. Gerçekten söylüyorum, korku olmaması!”
1978 yılında Vietnam Savaşı’nı protesto etmek amacıyla vergilerini ödemeyince tutuklandı ama kısa bir süre sonra serbest kaldı.
“Four Women” ve Frank Sinatra’dan yorumladığı “My Way” feminist marşlar olurken, entelektüel bir meydan okuyuş sergileyen Simone, giderek Amerikan devleti ve ırkçı, muhafazakar kesimlerin hedefi haline gelir.
Ve 1978 yılında, Amerikan ırkçılığını ve gerici politikalarını protesto etmek için Avrupa’ya yerleşir. İsviçre’nin ardından gittiği Londra’da, gönlünü kaptırdığı bir dolandırıcı tarafından dayak yiyerek soyulup terk edilir. Ve bu ruhi yıkımın ardından Paris’e taşınır.
Simone ırkçı düzende siyah bir kadın olmasının verdiği acılarla yoğurduğu şarkılarında, var oluşunun tüm haklarını avazı çıktığınca haykırmıştır dünyaya...
Evet Simone, “onur ve kimlik mücadelesi adına yürüttüğü siyahi mücadeleye adanmış bir sestir” ama o aynı zamanda pek çok klasik esere imza atmış, şarkıları bugün bile dünyanın değişik coğrafyalarında dinlenen bir sanatçıdır. “I Wish I Knew How It Would Feel to be Free”, “Ain’t Got No / I Got Life”, “I Put a Spell on You”, “I Want a Little Sugar in My Bowl”, “My Baby Just Cares For Me”, “Four Woman”, ‘’Mississippi Goddam”, 10 dakika sürmesiyle nam yapmış “Sinnerman”, “Feeling Good”.... ve daha uzayıp giden onlarca şarkılık bir liste onun eseridir.
Simone, her ne kadar şarkıları ve sesiyle, genelde acılara gark olmuş gibi görünüp, dinleyicisini bu âlemlere çekse de her zaman ırkçılara, despotlara, zalimlere karşı özgürlüğün ve direnişin sembolü olmuştur.