Şu bir televizyon kanalında “Bizim aile 50 kişiyi götürür, 3-5 bizim sitede de var, ben listemi yaptım” şeklinde hezeyanlarda bulunan başörtülü hanımefendinin cümlelerini duyduğumda, açıkçası içimden hiçbir tepki vermek gelmedi.
Çünkü son yıllarda buna benzer öylesine akıl dışı konuşmalar duyduk ki, her seferinde sadece “Allah’ım aklımı koru” demekten başka bir şey gelmiyor elimden...
Bu yüzden de ne yalan söyleyeyim ilk günlerde bu konuda yazı yazmanın gereksiz olduğu kanaatindeydim. Ancak sonra gördüm ki, esas mesele bu hanımefendinin söyledikleri değil, dindarların verdiği fotoğraf...
Hatırlayalım, o hanımefendi darbe tartışmaları bağlamında aynen şu ifadeleri kullanmıştı: “15 Temmuz kursağımızda kaldı. Yani yapamadık istediklerimizi. Boş bulunduk. Yani yanlış anlaşılmasın doğru anlaşılsın bizim aile şöyle bir 50 kişiyi götürür. Onu söyleyeyim. Biz çok donanımlıyız bu konuda maddi ve manevi olarak.
Biz liderimizin yanındayız. Asla yedirmeyiz. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim hala sitede var 3-5. Benim listem hazır açıkçası.”
Bilindiği gibi bu hezeyanları dillendiren Sevda Noyan, geçmişte Fetullah Gülen’in eteğinden himmet dilenen Engin Noyan’ın karısı. ‘Ölüm listesi’ sapkınlığını doğru anlayabilmek için bu bağlantının bilinmesinde yarar var. Çünkü bu zihniyet yapısının mensupları, akıl ve iradelerini her dönem ya bir din tacirine, ya tarikat şeyhine, ya da siyasi bir lidere ipotek ederek ancak varlıklarını sürdürebilen fedai mangalarıdır.
Böyle bakıldığında bu tür insanlar akıl ve iradeden münezzehtirler, dolayısıyla söylediklerini çok da ciddiye almamak gerekir.
Esas problem, son dönemde kendilerini ‘dindar’ olarak tanımlayan kesimlerde yaşanan ahlaki çürümedir. Zira bir toplumda dindarlık bilincinin ne durumda olduğunu anlamak için dinin hayata, insanların davranışlarına nasıl yansıdığına bakmak gerekir. Maalesef günümüzde dindarlar, hayatlarını dinin evrensel mesajına göre değil, akıllarını teslim ettikleri şeyhlerine, liderlerine göre tarif eder hale gelmiş bulunuyorlar.
Evet itaat kültürünün yarattığı bir ‘ahlaki fukaralık’la karşı karşıya olduğumuz kesin. Ama meselenin daha can yakıcı olan tarafı, bazı dindar kesimlerin kin ve nefret savrulması yaşamalarıdır.
Covid-19 musibetiyle mücadele ettiğimiz son iki aylık süreçte yaşanan ahlaki savrulmalar karşısında insanın içinin acımaması mümkün değil. Demek ki ölümler, acılar, mağduriyetler bile artık bizim için bir anlam ifade etmiyor...
Düşünebiliyor musunuz kimileri sosyal medyada mermi kovanları resmiyle bir yerlere mesajlar yolluyor, darbe senaryolarının rüzgarına kapılan bir genç, Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak “reise bir şey olur ya da darbe olursa, önce sizi öldürürüm” diyerek açıkça tehdit ediyor, bir başkası “Boğaz bu mevsim serin, yazın da derindir” ifadesiyle korku rüzgarları estiriyor. Ve milletin iradesini temsil eden bir vekil, Meclis’te hapisteki HDP’lilerin adı geçtiğinde, “ölsün” diye bağırıyor.
Bu fotoğrafa daha geniş bir perspektiften baktığımızda, son yıllarda siyasete hakim olan kutuplaştırıcı nefret dilinin toplumda nasıl bir tahribat yaptığını rahatlıkla görebiliriz. Eğer bu kadar ayrıştırıcı bir dil üzerinden siyaset icra edilmeseydi, bu ülkede insanlar kendi mahalleleri dışında yaşayanlara karşı böylesine kin ve nefretle bakmazlar ve onlar için imha listeleri hazırlamazlardı.
Bilelim ki ‘eşrefi mahlukat’ olmanın hikmetini kavrayamayan, ahlakı ve merhameti kaybeden insanların hayatlarının yaşatmaya değil, yok etmeye ayarlı olması kaçınılmazdır. Bu konuda Hz. Peygamberin şu hadisi hepimizin kulağına küpe olmalıdır: “İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir: Şayet utanmıyorsan, dilediğini yap.” (Buhari, ‘Edep’, 78)