Referandum sürecinde sözün endazesi biraz kaçmış olabilir. Ama uluslararası ilişkilerin matematiği bize gösteriyor ki, meydanlarda söylenenler meydanlarda kalmalı, ülkeler arası ilişkiler kesinlikle milli çıkarlar perspektifinde yürütülmelidir. Bunun için de öncelikle zihinlerimizde herkesi potansiyel düşman kategorisi içine yerleştiren şablonlar acilen gözden geçirlmelidir.
Türkiye’nin ihtiyacı; bütün dünya ile olan ilişkilerini milli çıkarları üzerine bina ederek ‘açık kapı’ diplomasisi ile dış politikasını zenginleştirmek, içeride ise toplumsal barışı güçlendirmektir.
En önemlisi de güven veren bir hukuk sisteminin inşa edilmesidir. Zira demokratik görünümün zayıfladığı, adalete olan olan güvenin azaldığı bir ülkenin stratejik anlamda bir değer üretemeyeceği de son derece açıktır.
Şunu açık yüreklilikle ifade etmek gerekir ki, bu ülkede kimsenin Avrupa sevdalısı olmak gibi bir derdi yoktur. Ama şunu biliyoruz ki AK Parti iktidarıyla başlayan AB ile tam üyelik müzakeresi sürecinde Türkiye hem ekonomik, hem de demokratik anlamda standartlarını yükseltmiş ve hatırı sayılır mesafeler kaydetmiştir.
Dolayısıyla şimdi oturup modası geçmiş şablonlarla kimlerin ne kadar Avrupa hayranı ya da kimlerin ne kadar Avrupa düşmanı olduğunun dökümünü yapmanın kimseye faydası yok. Evet Avrupa ile bir takım siyasal sorunlarımız var, özellikle 15 Temmuz ihaneti konusunda Avrupa’nın duyarsızlığı ortada... Daha da önemlisi yıllardır Türkiye’yi kapıda bekleten AB’nin oyalama politikalarını sonuna dek eleştirme hakkına sahibiz.
Ama şunu unutmayalım ki, güçler arenasındaki kavga sadece bugünün meselesi değildir, tarihte ülkeler arasında çok daha çetin mücadeleler yaşanmış, bundan sonra da yaşanmaya devam edecektir. Önemli olan bu mücadeleleri hamaset boyutuna indirgemeden, diplomasinin imkanlarını da kullanarak hem Türkiye’nin saygınlığını arttırmak, hem de ekonomisini büyütmektir. Açıkçası “Trump bizi şu kadar seviyor, Putin daha fazla seviyor ya da Merkel sevmiyor” gibi papatya falı açmaya hiç ihtiyacımız yok. Biz herkesle ilişkilerimizi belli bir saygınlık temelinde geliştiririz ve işimize bakarız.
Nitekim Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta Atlantik Konseyi toplantısında uluslararası katılımcılara yaptığı konuşmada son derece isabetli bir tespitle şunları söyledi: “Türkiye’ye yatırım yapmanın önünde engel yoktur. Kim ‘bir engel var’ diyorsa ben cumhurbaşkanı olarak kapımı açık tutuyorum. Ben cumhurbaşkanı olarak tüm girişimcilerin, yatırımcıların her zaman yanında olmaya devam edeceğim, kimsenin bu konuda bir endişesi olmasın ve dışarıda yapılan bu yalan yanlış kampanyalara da kimse kulak asmasın.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında küresel ölçekte herkesin ihtiyacı olan çok daha dikkat çekici bir tespit vardı ki o da şudur: “Yıkıcı rekabetin yerine işbirliğini, çatışmanın yerine dayanışmayı, gerilimin yerine uzlaşmayı ikame ettiğimizde farklı bir sürecin kapılarını aralayacağını düşünüyorum.”
Şu anda Türkiye’nin şiddetle bu tür reel-politik yaklaşımlara ve sempatiye ihtiyacı var. Hele de ortalarda ‘müstemlekecilik’ sakızını çiğneyerek herkese efelenen ve iş gücü bırakıp Avrupa düşmanlığı üretenlerin revaçta olduğu bir dönemde...