Müslüman toplumların bugün içinde bulunduğu sefalet tablosuyla gelişmiş ülkelerin refah düzeyinin karşılaştırması yapıldığında arada derin bir uçurumun olduğunu görmek mümkün. Tarihsel süreç içinde yaşanan travmalar dikkate alındığında, bu tür karşılaştırmaların Müslüman dünyanın hafızasında zaman zaman Batı’ya karşı isyan duygularını tetiklemesini anlayışla karşılayabiliriz.
Ancak kabul etmek gerekiyor ki, iki dünya arasında hukuktan özgürlüklere, bilimsel devrimlerden iktisadi gelişmelere kadar pek çok alandaki farkın giderek açılmasını sadece travmalarla izah etmek de mümkün değildir. Evet Batı’nın geçmişteki sömürgeci tavrının, Doğu toplumlarının gelişmesinde negatif etkisinin olduğu bir vakıadır, ama yüzyıllar boyunca rasyonel aklın kapsama alanı dışında kalmak da bir mazeret olamaz.
Bugün hukuki ve iktisadi alanda şikayet ettiğimiz pek çok geri kalmışlığın kökleri, aslında varisi olduğumuz tarihsel mirasımızın derinliklerine dayanmaktadır. Biliyoruz ki tüm mülkiyeti elinde bulunduran, tebaasını kullar olarak gören sultanların, padişahların zihniyet yapısına göre şekillenen bir devlet yapılanması her zaman despotizme açıktır. Dolayısıyla, geri kalmışlığımızın vebalini tümüyle Batı’ya yükleyerek bugün içinde bulunduğumuz durumu izah edemeyiz.
Tarihsel perspektiften baktığımızda gücün mutlaklaşmasını onaylayan güçlü merkezi yönetimlerde hukukun üstünlüğü değil, otoritenin belirleyici olduğunu, gücün bölünmesine dayanan Batılı toplumlarda ise kanunların egemenliğinin esas olduğunu görürüz.
Bu temel ayrım nedeniyledir ki Doğu toplumlarında modern hukukun gelişimi yavaş olduğu için, iktisadi gelişmeler de o ölçüde durağan bir seyir izlemiştir. Max Weber Doğu toplumlarındaki güçlü otoriter merkezi patrimonyalizm kavramıyla açıklar ve bu durumun kapitalizmin gelişmesini olumsuz etkilediğini söyler. Bilindiği gibi patrimonyalizm, iktidarın geleneklere uygun olarak elde edilip kullanıldığı, merkezi otoritenin paternalist (bir bakıma devlet baba modeli) bir rol üstlendiği ve mülkiyetin egemen güc’ün kişiliğiyle temsil edildiği merkeziyetçi-bürokratik bir toplumsal-siyasal örgütlenme modelidir.
Lütfi Sunar “Patrimonyalizmin Gölgesinde İslam Siyasal göre patrimonyal Sistemin Temel Unsurları” makalesinde Weber’den aktardığı şu tespitler son derece dikkat çekicidir.
-Doğu’da hukuk yapımı değil, hukuk bulma belirgindir. Hukuk, soyut evrensel ilkelere dayanmadığı için kendisini yeniden üretebilecek bir zemine sahip değildir.
-Hukukun şeffaflaşmasını ve rasyonelleşmesini sağlayacak bağımsız aktörler olmadığı için patrimonyal efendinin fermanları hukuk olarak karşılık bulmaktadır.
-Patrimonyalizmin devamını sağlayan en önemli unsur, bu dünyadan kaçma üzerine kurulu kaderci bir dünya görüşü ve katı bir gelenekçiliktir. (1)
Bu değerlendirmeler çerçevesinde baktığımızda, kaderci ve teslimiyetçi bir kültürel iklimden beslenen İslam dünyasının neden rasyonel akla ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistem oluşturamadıkları sanırım daha iyi anlaşılacaktır.
İşte tam da bu yüzden, tarihsel süreç içinde Müslüman dünyada insanlar bilimsel ve teknolojik faaliyetlerden çok, sultanların siyasal hedeflerine paralel olarak sürekli “fetihçi” bir ruh hali içinde olmuşlardır. Dolayısıyla hukukun üstünlüğüne dayanan, özgürlüklere ve insan haklarına önem veren, eleştirel düşüncenin alabildiğine geliştiği toplumların bilim ve teknoloji üretmeleri, Müslüman dünyanın ise sürekli tüketici konumunda kalarak enerjilerini üretime, gelişmeye değil, daha çok yeni düşmanlar icat edip kendi içlerine kapanmaları son derece doğaldır.
Maalesef şu anda İslam toplumlarının kendi içlerinde ve dünya ile kavgalı olmalarını rasyonel akıl yoksunluğu dışında bir başka gerekçe ile izah etmek mümkün gözükmemektedir. Ne yazık ki yüzyıllardır zihinlerimiz yeni fikri ve ilmi üretimlere değil, yeni seferlere ayarlıdır.
1-Lütfi Sunar, İslam Siyaset Düşüncesi, s.321