Yaşadığımız evrende bireylerin, toplulukların farklı zamanlarda, farklı müzikler dinlediklerini biliyoruz. Kuşkusuz bu her müziğin kategorik dinleme zamanları olduğu anlamına gelmiyor. Mesela ramazanda genellikle ilahi ve daha çok deruni müzikler dinlenir diyebiliriz. Ama bu herkes için geçerli olmayabilir, zira öyle insanlar vardır ki bir ruh ve görül zenginliği ayı olan ramazanda sadece ilahilerle değil, caz müziği ya da klasik müzikle de deruni bir yolculuğa çıkabilir.
Kimi Hacı Bayram’ın “Noldu bu gönlüm..” ilahisiyle, kimi Itri’nin “Tuti mucize guyem” adlı ölümsüz eseriyle, kimi Beethoven’in 9. Senfonisiyle, kimi de Wine Shorter’in “Speak No Evil” şarkısıyla hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışabilir.
Çünkü sanatsal bir yaratıcılığın ürünü olan müzik insanı dışsal dünyanın sınırlarından, baskılarından ve nesnelerinden özgür kıldığı gibi aynı zamanda insana ve evrene ilişkin yeni değerlendirmelerde farklı bir bakış açısı da sunmaktadır.
Ama daha da önemlisi müzik, toplumların ve bireylerin var olmasında ve kimliklerini inşa etmesinde olağanüstü bir güce sahiptir. Geniş bir etki alanı olan müzik, modern dünyanın da en belirleyici ve etkileyici etkinliklerinden biridir. Kısacası insanın ve kozmosun en eski ve en eşsiz ritmidir müzik. Schopenhauer müzik için der ki “Müzik, dünya hiç olmasaydı da var olabilirdi. Bu, başka sanatlar için söylenemez.”
Bütün değerlerin alınıp satıldığı, hayatın tektipleştiği ve her şeyin sesine karşı herkesin kulak tıkadığı bir dünyada, insanın bir anlık da olsa kendini ve hayatı yeniden düşünmesine, hissetmesine imkân veren müziği ve de Wayne Shorter’i dinlemeye devam…
Wayne Shorter’i ilk kez 2000 yılında güzel bir yaz akşamında Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde dinlemiştim. Şimdi geriye dönüp baktığımda görüyorum ki o gün sanki ulvi bir müzikti icra ettikleri… Herhalde bir dâhiyi canlı olarak dinlemek, bir insanın hayatında çok özel anlardan birisi olsa gerek. En azından benim için öyleydi…
Ancak hemen belirtelim, Shorter’i dinlemek, sıradan bir aktivitenin ötesinde daha sofistike bir caz dinleme adabını gerektiriyor. Nitekim o gece konsere birlikte gittiğimiz bazı arkadaşlar Shorter’in müziğini tam olarak kavrayamadıkları için konserden erken ayrılmayı seçtiler. Oysa benim için Shorter’i dinlemek adeta göksel bir ayin gibiydi, yıldızların altında bir dâhiyi dinlemekten daha güzel ne olabilirdi ki…
Sonraki günlerde Shorter’in “Speak No Evil” ve “JuJu” albümlerindeki şarkıları tekrar tekrar dinleyerek o geceyi zihnimde yaşamaya devam ettiğimi hatırlıyorum.
Wayne Shorter, John Coltrane ve Sonny Rollins ile beraber “Modern Caz”ın en önemli üç isminden biri olarak kabul edilmektedir. 9 Kez Grammy ödülü alan ve 13 kez de Grammy’ye aday olan müzisyen; “Juju”, “Speak No Evil”, “All Seeing Eye”, “The Soothsayer”, “Adam’s Apple” ve “Night Dreamer” adlı albümleri ile caz tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Kuşkusuz sadece besteciliğiyle ya da yorumculuğuyla değil, müziğe bakış açısı ve yarattıklarıyla da gerçek bir deha olduğu aşikar olan Shorter, kariyeri boyunca, jazzın gidişatını değiştiren çok önemli anlarda yer almış bir sanatçı. Art Blakey’in Jazz Messengers topluluğuyla, Miles Davis’in beşlisiyle ya da onun fusion çalışmalarıyla, Weather Report topluluğuyla ve de kendi müzikal yolculuğuyla dünyaya ifade etmek istediği birçok farklı duyguyu ve düşünceyi müziğiyle aktardı, bir usta olmasının yanı sıra, son derece özel bir insan olduğunu da gösterdi.
Speak No Evil harika performanslarla doludur. Ve en önemlisi de her şarkı Shorter tarafından yazılmıştır. Shorter’ın tenordaki tüm maharetine rağmen, ne yazık ki solo albümlerinde ve gruplarda bir besteci olarak yeteneği hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Bu albüm hem eski grubu Jazz Messengers’ın hard tarzından hem de Blue Note’un avangart yapısından özellikler taşımaktadır. Sert bop tarzına daha yakın olsa da aynı zamanda bop sonrası hissi vermektedir.
Albümdeki altı parçanın tümü olağanüstü özelliklere sahiptir. Mesela “Speak No Evil”de Hancock arka planda blues çalarken iki korna ise temayı uyum içinde ifade eder. Sonra Shorter saksafonuyla feryat etmeye başlar -önce geleneksel olarak, sonra biraz daha çılgınca- ve Jones’un davulu çılgınlığın zirvesindedir…
“Dance Cadaverous” ise karamsar ve atmosferiktir. Kornalar yumuşak, nefes kesici bir melodi çalarken Hancock dönen armonileri çalmaya başlar. Ama tam şarkının tembel bir kertenkele sarhoşluğuna düşebileceğini düşündüğünüzde, piyano biraz da düzensiz ifadelerle ortaya çıkıverir. Davullar alışılmadık bir ritimle daha avangart bir damarda yoluna devam eder.
Speak No Evil’deki şu dizeyi buraya almazsam, yazının eksik kalacağına inanıyorum: “Beni şeytanın bizi bulamadığı bir yere götürebilir misin?”