Ramazan Dikmen bu dünyadan göçeli tam 20 yıl olmuş... O benim çocukluk arkadaşım, ‘Gara Memed amcam’ın oğlu... Anneanemle Ramazan’ın annesi, dedemle de babası bir kardeş. Annesine ‘koca teyze’ derdim, annemler hep işte güçte oldukları için çocukluğumun önemli bir bölümü onların evinde geçti diyebilirim. Biraz çılgın bir çocuk olduğum için gözle kaş arasında yaylada ‘Koca Teyzemlerin’ evinin önündeki köpek yalağından su içermişim. Teyzem hemen koşarak gelir, beni alıp elimi yüzümü yıkarmış.
Şimdi hatıralar denizine sessizce dalarken zihnimde öylesine pırıltılı günler canlanıyor ki, her hatıranın içinde yüreğime güç katan bir dünyanın izleri var. Dikmen dağının eteklerindeki yaylalarımıza gitme mevsimi geldiğinde içim tarifi imkansız sevinçlerle dolar, her sabah Dikmen rüyalarıyla uyanırdım. Çünkü Dikmen yaylası Ramazan’la buluşma mevsimiydi, kış gecelerinde teyzelerimizin omca evlerde bizim için mısır patlattığı, ‘Gara Memed’ amcamın av hikayeleri anlattığı bir hasretin adıydı...
***
Yıllar yılları kovaladı, ilk okuldan sonra ikimiz de hafızlık yaptık ve sonra İmam-Hatip okulu... Yıllarca farklı şehirlerde, farklı okullarda okuduk. Okul yılları boyunca yaz aylarında Karyağmaz köyünde başka bir dünya başlıyordu. Bütün yaz boyunca öğrenci arkadaşlarla birlikte adeta bir koloni oluşturur ve gençliğimizin en güzel rüyalarını yaşardık.
Üç aylık tatil süresince neredeyse ailelerimizle bir gün bile yemek yemez, her akşam bir evde ziyafet sofraları hazırlayıp sabahlara kadar yıldızların altında şarkılar ve ilahiler söyler, aşk rüyaları görürdük.
Ve her gece baş köşede büyük şair Sezai Karakoç’un ‘Mona Roza’sı olurdu. Özellikle de şu dizeleri okurken dağların arasında sesimiz yankılanıp çok uzaklara uçardı...
/Açma pencereni perdeleri çek,
Mona Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek.
Anla Mona Rosa ben bir deliyim.
Açma pencereni perdeleri çek./
Yaz tatili için köye giderken çantalarımız romanlar, hikaye kitapları, şiirler ve deneme türü kitaplarla dolu olurdu. Ramazan daha çok hikaye kitapları ve fikir eserleriyle gelirdi. Bense Yahya Kemal’in ‘Kendi gök Kubbemiz’, Sezai Karakoç’un şiirleri, Cemal Süreya’nın ‘Üvercinka’sı, Edip Cansever’in ‘Çağrılmayan Yakup’u, İsmet Özel’in ‘Evet İsyan’ı, Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yedi Güzel Adam’ı ve Lorca’nın toplu şiirlerini adeta bir dua gibi yanımda taşırdım.
***
Zihnimde hep bir sızı gibi duran bir gerçek var ki, Ramazan’ı en verimli döneminde kaybettik. Geride sadece iki öykü kitabı bırakmaya ömrü yetebildi. Zengin bir öykü dünyası vardı ve her öyküsü sağlam bir dil işçiliği üzerine bina edilmişti. Ama her şeyin ötesinde o bir ayrıntı ustasıydı. Bu özelliğinin köklerinde aslında çocukluk yıllarının izleri vardır. Hiç unutmam, henüz ilk okula bile başlamadığı yıllarda muhteşem bir kedisi vardı ve onun gözlerinin renginden kuyruğunda ve gözlerinin üstündeki beyaz beneklere kadar bütün ayrıntılı içeren kendi tasarladığı hikayeler anlatırdı.
Kıyıya Vuranlar’ (1996), Afife Ablanın İncileri (1998) adlı iki öykü kitabı bırakarak bu dünyaya veda eden Ramazan Dikmen’in öykülerini okuduğumuzda nasıl pırıltılı bir değeri kaybettiğimizi bir kez daha anlarız.
Hastalığının son zamanlarıydı, Ankara’da ziyaretine gitmiştim, neredeyse konuşacak hali bile yoktu, kulağıma eğildi ve kısık bir sesle, “Bana içinde siyaset ve ideoloji olmayan çocukluk yıllarımızdan bir şeyler anlat” dedi. O anda gözlerimden bir tek yaş damlası bile akmaması için kendimi kontrol altına aldım ve peri masalları tadındaki çocukluğumuzun hatıralarını anlattım, o dayanılmaz ağrılarına rağmen tebessümle dinledi. Şimdi bile her dua ettiğimde sadece o tebessümü hatırlıyorum...