İnsanoğlu Allah’ın bahşettiği akıl ve irade sayesinde, tarih boyunca yeryüzünde özgür bir birey olma vasfını devam ettirmiştir. Esas itibariyle özgürlük Allah’ın insana bahşettiği bir değer olmasına rağmen, tarihin hemen bütün dönemlerinde iktidarlar özgürlük kavramından pek hoşlanmamışlardır.
Tarihsel tecrübeler göstermiştir ki gerek geçmişte, gerekse modern dünyada iktidarlar açısından bireyin özgürlük alanını daraltarak insanı zaptürapt altına alabilmenin en etkili yolu her zaman din olmuştur.
Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki, örgütlü politik toplumun en temel karakteri rasyonel kurumsallaşmadır. Yani toplumsal düzenin sağlanabilmesi ve de bir kaos ortamının oluşmaması için yasalara ihtiyaç vardır. Ayrıca devlet dediğimiz yapının oluşabilmesi, herkesin hakkını-hukukunu koruyan adalet sistemi ve somut kurumsal yapılarla mümkündür. Dolayısıyla bu bağlamda özgürlüğün sınırları, sadece yasal çerçevede konuşulabilir. En önemlisi de bireyin devlet karşısındaki haklarını, sınırlarını, sorumluluklarını belirlemede esas olan özgürlüğün muhafazası olmalıdır.
Rasyonel devlet yapılanmalarında, sosyal düzenin sağlanması ve güvenliğin temini açısından bireyler özgürlüklerinin bir ölçüde sınırlanmasını yasa güvencesinde olmak kaydıyla siyasal otoriteye devredebilirler, ama bu asla bir vesayet düzenini onaylama anlamında değildir. Hele itaat ve boyun eğme asla değil...
Hemen belirtmek gerekiyor ki devletin görevi, hiçbir şekilde özgürlükleri sınırlamak üzerine bina edilemez. Zaten devletin varoluş nedeni de adaleti sağlamaktır. Çünkü adaletten uzaklaşan devlet meşruiyetini kaybeder.
İslam toplumlarında özellikle Hz. Peygamber’den sonra iktidarın sürekliliğini ve toplumun itaatini temin etmek için iktidar mutlaklaştırılmış ve otorite adeta kutsanmıştır. Oysa Hz. Peygamber bütün imkanlar elinde olmasına rağmen, otoritesini mutlaklaştıran bir yolu asla tercih etmemiştir. Bu konuda Prof. Dr. Mehmet Evkuran’ın ‘Yetkin Düşünce’ dergisinde yayımlanan “Müslüman Dünyasında İktidar, Otorite ve Özgürlük Üzerine Bir İnceleme” adlı makalesindeki şu tespitleri ufuk açıcı niteliktedir: “İslam’ın ilk yıllarında (nüzul süreci boyunca) bireyselliğin ve cemiyet hayatının birbirini dışlamadığı esnek bir deneyim göze çarpmaktadır. Peygamber toplumu ilgilendiren konularda danışma (istişare) ilkesini uygulamaya koyuyor ve çıkan karara uyuyordu. Peygamber elinde imkan varken ve koşullar da uygun iken kendi kişisel otoritesini bir karizmaya dönüştürmemiş, topluluğun her bir bireyinin önemli sayıldığı canlı bir ‘yataylık’ modeli kurmayı başarmıştır.”
Ancak sonraki dönemlerde, İslam toplumlarında özgürlüğün ve muhalefetin sınırları alabildiğine daraltılmış, teslimiyet ve itaat kültürü yüceltilmiştir. En hazin olanı da, Allah’a teslimiyetin iktidara itaat ile adeta özdeş hale getirilmesidir.
Maalesef din üzerinden elde edilen bu itaat ve teslimiyet odaklı anlayış, eleştirel düşünceyi yok ettiği için zamanla Müslüman toplumların derin krizi haline dönüşmüştür. Ne yazık ki İslam toplumlarında itiraz kültürü ve eleştirel düşüncenin önü kapatıldığı için muhalefet hep kötücül bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Oysa iktidar olmanın erdemi, bireylerin itirazlarını, eleştirilerini, öneri ve taleplerini hiçbir mahalle baskısına maruz kalmadan özgürce ifade etmelerini temin etmektir. Bu aynı zamanda toplumsal barışı ve huzuru sağlamanın, kutuplaşmayı önlemenin de en etkili yoludur.
Kabul etmek gerekiyor ki, bugün İslam dünyası itaat kültürünün şekillendirdiği ve hatta beslediği vesayet anlayışı yüzünden, özgürlük kaybının en kötü sonuçlarını yaşamaktadır. Bu yüzden de şu anda siyasetten ekonomiye, kültürden eğitime ve sosyal ilişkilere kadar hayatın her alanında kalitenin dibe vurduğu vahim bir tablo var karşımızda.
Eğer Kur’an ve sünnetin mesajını, yaşadığımız çağın diliyle estetize ederek insanlara sunamaz ve yeni çözümler üretemezsek, yeni kuşakların deist ve ateist savrulmalara maruz kalmasını da önleyemeyiz. Unutmayalım, insanın anlam ve değeri konusunda İslam düşüncesinin kadim kaynaklarına açık olmak kadar, modern düşüncelere açık olmak da önemlidir.