Türkiye’nin Osmanlı’nın son döneminden bu yana zaman zaman kesintiye uğrasa da yaşadığı demokrasi tecrübesi, bugünlere nasıl gelindiğini göstermesi açısından son derece önemli. Özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve sonrasında yaşananlar bugün için birer ibret vesikası olacak niteliktedir.
Cumhuriyet Halk Fırkası, Serbest Fırka deneyiminin ardından İttihat Ve Terakki döneminden beri ayakta kalmayı başarmış olan tüm kültürel ve toplumsal kuruluşları totaliter bir ruhla yasaklayıp kelimenin tam anlamıyla bir baskı rejimi oluşturmuştur. Muhalefet özelliği taşıyan bütün gazete ve dergiler, Türk Ocakları, ulusal direniş hareketinde etkin rol oynamış olan Türk Kadınlar Birliği kapatıldı.
‘Kemalist Parti Devleti’ tarafından yaratılan bu boğucu hava sonucunda, Kemalist ideolojiyi yaymak üzere yeniden oluşturulan basın ve eğitim kurumları seferber edildi. Artık Kemalist Türkiye’nin yepyeni bir ‘parti devleti’ vardı. Erik Jan Zürcher o günlerin Türkiye’sini şöyle tanımlıyor: “Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu’nun ilan edilmesinden itibaren Türkiye’nin yönetim biçimi, bir otoriter tek parti yönetimi, açıkçası bir diktatörlüktü.”
Kemalist ideolojiyle ilgili böylesine sert ifadeler kullanan Zürcher, Atatürk’ün ülkenin tarihindeki en büyük bunalım esnasında kesinlikle en uygun adam olduğu ve ülkenin ayakta kalması için herkesten çok katkıda bulunduğuna dikkat çeker. 21. Yüzyılın penceresinden baktığımızda kuruluş yıllarında yaşananları kabul etmekte zorlansak da, galiba en doğrusu her dönemi kendi siyasal ve tarihsel atmosferi içinde değerlendirmek gerekiyor.
Ancak o günlerin siyasal gelişmelerini ve yaşanan tecrübeleri bütün gerçekliği ile ortaya koyarak günümüz dünyası için zihinsel bir ufuk açmaya vesile olmak da bir aydın sorumluluğu. Hemen belirtelim, Atatürk’ü bir takım hurafelerin ve tabuların arkasına saklanarak kutsallaştırmanın da, Atatürk karşıtlığı üretmenin de kimseye bir faydası yok. Kabul etmek gerekiyor ki bu toprakların tarihi hatalarıyla, sevaplarıyla bizim tarihimiz.
***
Atatürk’ün vefatından sonra 1938’deki kongrede Atatürk’ün ‘ebedi genel başkan’, İnönü’nün ise ‘Milli şef’ olarak tescillenmesiyle birlikte Türkiye yeni bir siyasal evreye geçmiştir. Ve artık 1940’lar Türkiye’sinde ‘Milli Şef’ hükmünü icra edecektir. O yılların Avrupa’sını İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco ve Yunanistan’da Metaxas şekillendirmektedir.
Türkiye’de ise Kemalist rejimin rol model ülkesi Akdeniz’deki en önemli diktatörlük örneği olan Faşist İtalya’dır. Zürcher “Modernleşen Türkiye’nin tarihi” kitabında dikkat çekici bir tespitte bulunuyor: “İtalyan Faşist rejimiyle Kemalistlerin rejimi arasında bazı benzerlikler bulunuyordu: Aşırı milliyetçilik ve ona bağlı olarak ortaya çıkan meşrulaştırıcı tarihsel mitoloji ve ırkçı söylem; rejimin otoriter niteliği ve bu rejimin kendi partisi için siyasal, toplumsal ve kültürel alanda tam bir totaliter tekel kurma çabası; hem Mussolini’nin hem de Atatürk ve İnönü’nün kişiliklerinin yüceltilmiş oluşu; ulusal birlik ve dayanışmanın vurgulanışı ve bunun sonucu olarak sınıf çatışmalarının inkar edilişi gibi.”
Hangi siyasal perspektiften ya da ideolojik aidiyetten bakarsak bakalım, bunlar demokrasi tarihimizin gerçekleri. Yıllar içinde biriken siyasal ve demokratik hafızamız bu tecrübelerle olgunlaştı, bugünlere geldi. Dolayısıyla bugün atacağımız her adımda bu tarihsel tecrübenin yol göstericiliğine şiddetle ihtiyacımız var.
Bunca tecrübeden sonra, eğer yeni siyasal ve toplumsal kırılmalara yol açacak bir adım atarsak bu hepimiz açısından büyük bir talihsizlik olur.