Türkiye 24 Haziran’da seçime gidiyor, artık yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yönetileceğiz. Sistem tartışmalarını şimdilik geride bırakıyoruz ve hep birlikte yeni sistemin inşasına odaklanmış bulunuyoruz. Zaten millet iradesi tarafından onaylanan bir sistemi tartışmanın kimseye faydası da yok.
Erken seçim kararı alındığı günden buyana siyasi partiler, öncelikli olarak cumhurbaşkanı adaylığı konusuna odaklandılar, iktidar bloğu hazırlıklarına erken başladığı için bu konuyu başarıyla sonuçlandırdı, ancak muhalefet başaramadı. Bu konuda muhalefet partilerinin herbirinin farklı gerekçeleri olabilir, mazeretlerinden dolayı partiler elbette suçlanamazlar. Ama sonuç itibariyle ortada gizlenmesi mümkün olmayan da bir başarısızlık var.
Özellikle muhalefet partileri arasında yaşanan son ‘uzlaşma kaosu’ gösterdi ki Türkiye gibi sosyolojik anlamda ‘cemaat kültürü’nden demokratik kültüre evrilmeyi başaramamış toplumlarda, ne yazık ki uzlaşmaya giden yollar barikatlarla dolu. Her şeyden önce her partinin genetik kodları kendi kapalı cemaat yapılarının sınırları dışına çıkmaya izin vermiyor.
Mesela CHP’yi ele alalım; genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütün değişimci gayretlerine rağmen, CHP 1930’lardan kalma paradigmalarının dışına çıkmaya cesaret edemiyor. İşte sosyolojik manada ‘cemaatçilik’ dediğimiz zihniyet tam da budur. Duvarlarını rasyonel akla kapatıp, geleneksel CHP zihniyetinin dışına çıkamamak yani...
Diyelim ki, Türkiye ortalamasında kabul görecek bir ismin cumhurbaşkanı adaylığı tartışılıyor, uzlaşma kültürünün içselleştirildiği bir ortamda bu durum rasyonel bir şekilde tartışılır ve sonunda ortak bir paydada buluşulur. Ama Türkiye gibi cemaatçi gerçekliğin hakim olduğu bir siyasi atmosferde böylesi bir uzlaşma asla mümkün değildir.
Hemen herbirimizin CHP’ye yakın toplumsal iklimde sıkça karşılaştığı manzara şudur; “CHP Cumhuriyet’i kuran partidir, dindar gelenekten gelen bir ismin cumhurbaşkanlığına destek vermek bize yakışmaz.” Normalde bir partinin böylesine aidiyet çerçevesi çizmesinde yadırganacak bir durum yok. Ancak içinde bulunduğumuz olağanüstü şartların hassasiyeti ve demokratik imkanların önünü açmanın fevkalade önem arzettiği bir dönemde herkesin daha rasyonel bir pozisyon alması kaçınılmazdır.
Ama burası Türkiye, partilerdeki siyasal mekanizma daha çok cemaat mantığı ile işlediği için, partiler ideolojik aidiyetlerinin dışına çıkarak demokratik bir ortak paydada buluşma kabiliyetine sahip değildir. Galiba Türkiye demokrasisinin tek düşmanı, kendinden olmayana tahammülsüzlük...
Bu nakısaları sadece CHP bağlamında değerlendirmek mümkün değil elbette. Mesela İYİ Parti... Onlar da başka bir ideolojik aidiyet taassubuyla malul durumdalar. Cumhurbaşkanlığı yarışında neredeyse sıfır şansa sahip olmalarına rağmen, kendilerini konforlu bir hayale kaptırmış durumdalar. Kimbilir belki de bu kadar kapalı devre siyaset yapmalarının temelinde başka saikler vardır, şimdilik bunu bilemiyoruz. Muhtemelen 24 Haziran’da sandık gerçeği ile karşılaştığında kendi gücünü ve kabiliyetini daha da iyi anlayacaktır.
Bir hakkı teslim etmek gerekirse, bu sürecin en rasyonel tavır sergileyen lideri Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu olmuştur. Oysa dışarıdan bakıldığında ideolojik aidiyet bağlamında en keskin olması gereken Saadet lideri Karamollaoğlu, uzlaşma kültürünün en doğru örneğini sergilemiştir. Seçimlerde başarılı olur ya da olamaz, ama siyasi tarih bunu çok değerli bir örnek olarak kaydedecektir.