Arthur Schopenhauer diyor ki: “Bir dahi kendi çağında gezegenlerin yolunu aydınlatan bir kuyruklu yıldız gibi parlar... Kültürünün normal seyriyle el ele gitmez: tam tersine çalışmalarını önündeki yolun çok ilerisine savurur.”
Kimilerine göre büyük sanatçıların yaşadığı derin bunalımlar ve çılgınlıklar olmasa böylesine kalıcı, yüzyılları aşarak günümüze dek gelen eserler yaratılamazdı. Ve genel kanaat: Sanatçılar ya deli, ya da dahi olmalıdırlar...
‘Delilik ve Dahilik’ arasındaki ince bir çizginin var oluş rivayeti ne kadar doğrudur bilemeyiz, ama “ölümsüzler kulübü”nde yer alan dâhilerin ortaya koydukları ölümsüz eserleri hepimize ilham vermeye ve hayatımızı anlamlandırmaya devam ediyor.
Deli dâhiler denilince ilk akla gelen isimler Leonardo Da vinci, Salvador Dali, Vincent Van Gogh ve Picasso. Deli midirler bilinmez ama Beethoven, Mozart, Frédéric Chopin, Giuseppe Verdi, Mendelsshon Georges Bizet, Çaykovski, Gustav Mahler, Stravinsky, Joseph Maurice Ravel, Johannes Brahms, Schubert, Franz Liszt ve Johan Sebastian Bach gibi ünlü bestecilerin dahi oldukları kesin.
Kuşkusuz bu büyük sanatçılar, çoğu zaman yaşadıkları dönemde yeterli ilgiyi görememiş ama insanlığa büyük eserler bırakmışlardır. Carmen operasının bestecisi Georges Bizet bu sanatçılardan birisidir.
Bizet Tıpkı Mozart, Mendelsshon ve Schubert gibi dahi bir çocuktu. Müzik yeteneğini amatör bir müzisyen olan annesi keşfetti. Şan öğretmeni ve peruk imalatçısı olan babası ile annesi ona ilk müzik eğitimini verdiler. 4 yaşında nota okumayı öğrendi. 10. yaş gününden birkaç gün önce Paris Konservatuvarı’na kabul edildiğinde, konservatuvarın tecrübeli öğretmenleri bu yetenekli öğrenciye ders vermek için adeta yarışa girdiler. Öyle ki, ünlü opera bestecisi Charles Gounod ona ders vermek için emekli olmaktan vazgeçti.
Bizet, konservatuvardan 1852’da piyano dalında, 1855’te flüt org ve füg dallarında birincilikle mezun oldu. 17 yaşında ilk senfonisini besteledi. Genç besteciler için önemli bir ödül olan Roma Ödülü’nü kazandı. (Vikipedia’dan yararlanılmışıtır.)
Yaralı ama güçlü, özgür ve güzel çingene kızı ve aşk uğruna ordudan ayrılıp dağlara çıkan onbaşı... Baştan sona tutku acı ve neşenin bütün tonlarıyla yüklü bir öykü: Carmen... Aslında Carmen operası, yazar Prosper Merimee’nin 1830’lu yıllarda Endülüs’e yaptığı bir yolculuk sırasında dinlediği, kıskanç aşığı tarafından öldürülen bir Çingene kızının öyküsüne dayanıyor.
Librettosu Fransız romancı P. Merimee’nin romanından esinlenerek Henri Meilhac ve Ludovic Halevy tarafından yazılan Carmen operası 3 Mart 1875’te ilk sahnelendiğinde yerleşik opera ve ahlâk anlayışının ihlali gibi algılandığından olumsuz tepkilerle karşılanmış, eleştirmenler tarafından yüzeysel, üstünkörü bulunmuş ve afişten kaldırılmıştır.
Bizet bu üzücü olaydan üç ay sonra henüz 37 yaşındayken ölmüştür. Bu durum kimilerinin garip tahminlerine yol açmış, onun bu başarısızlık üzerine üzüntüden öldüğü söylentileri çıkmıştır. Hâlbuki Bizet eserin kaderini önceden sezmiş, o çağın ahlak kurallarına uygun olmayacağını anlamıştı. Metin yazarlarından Meilhac’a bu inancını belirtmiş, ilk geceden sonra suçun kendisinde olduğunu söyleyerek, özür dilemiştir.
Bizet birkaç yıl daha yaşasaydı operanın kısa bir zaman sonra tekrarlanışını, kazandığı muhteşem zaferi, dünya sahnelerine fırtına gibi yayılışını görecek başka eser yazmasa da mutlu bir hayat geçirecekti. Çevresindeki tartışmalar, çatışmalar, tereddüt ve ön yargılar ne olursa olsun günümüzde bildiğimiz tek şey, Carmen’in opera repertuvarında çok az görülen bir ilgiye mazhar olmasıdır.
Cevat Memduh Altar, “Carmen Operası ve Bizet’de Gerçekçilik” adlı makalesinde sanatçının estetik dünyasını şöyle tanımlıyor: “Bizet yaratıcılığında beliren güçlü renk özlemi, sanatçının başka ülkelerin özelliklerine duyduğu özlemi zamanla daha da arttırmıştır. Böylelikle Bizet, yabancı toplulukların estetik sezişlerinden de yararlanabilme yeteneğini kazanmış ve bunun sonucu olarak: Djamileh (Cemile) operasını Mısır’dan, Carmen’i İspanya’dan, İnci Avcuları’nı Doğu dünyasından esinlenerek yazmıştır. Sırf bu bakımdan Bizet’yi izlenimci olarak nitelemek yerinde olur. Hattâ Bizet, bütün izlenimciler gibi, daha çok dış dünyaya yönelmiş, egzotik görünüşlerden çabucak etkilenmiştir. Bu nedenledir ki Bizet, biçimden alabildiğine kaçarak, bir anda gelip giden yaşantıların izlenimiyle yetinmiş, eserlerini tabiatın parlak renkleriyle işlemeyi öngörmüştür. Bizet’nin bu tutumu, Fransa’daki resim izlenimciliği yanında müzik izlenimciliğinin de doğmasına yol açmıştır.