İnsan bazı müziklere karşı adeta derin bir akrabalık hisseder. Öyle ki bazen bir müziği ilk kez dinlediğinizde o müziğe ezelden beri aşina olduğunuz duygusuna kapılırsınız. Bu tanışıklığın matematiksel bir izahı yapılamaz elbette, ama bazı şarkılar sizi tanır, siz de onu… Çünkü o şarkı, ruh dünyanızdaki ölüm ve aşk şiirlerinin sonsuz şarkısıdır…
Ne zaman Gustav Mahler’in Senfonilerini dinlesem kendimi müthiş bir hüzün denizine fırlatılmış gibi hissediyorum. Ve bir anda kendimi Dokuzuncu senfonisini dinlerken buluyorum, öyle derin, öyle manalı, öyle acı dolu bir beste ki sanki arabesk dinler gibi... Gözlerimi kapatıyorum, tüylerim diken diken ve sanki hipnotize olmuş gibiyim.
Mahler’in müziğindeki o ölüm izleri sebepsiz değil elbette. On dört çocuklu bir ailenin en büyük ikinci çocuğu olan Mahler’in kardeşlerinden tam yedi tanesi ölüyor. Kardeşlerinin altı tanesi Mahler hayattayken ve henüz bir çocukken ölüyor. Sonra yıllar geçiyor, evleniyor, iki kızı oluyor ve onlardan bir tanesi de difteriye yakalanarak hayatını kaybediyor. Mahler’in o yavaş yavaş öldüren müziğinin nedeni, kaybettikleri olsa gerek.
Eserlerine kendi sesini de katmış, içinde yaşadığı acıyı, ıstırabı, bunalımı melodilerine yansıtmış bir bestecidir Mahler. Bunalımlı dönemlerinde bir dere kenarına yaptırdığı sessiz sakin bir yerdeki evine çekilip bestelerini yaratmıştır.
Mahler’i dinlerken insan ister istemez, “Acaba ölüm Mahler’den kaç yaş büyük” gibi bir duyguya kapılıyor. Çünkü ölümle öyle tumturaklı, öyle bitmek bilmeyen, öyle uzadıkça uzayan bir ilişkisi var ki, en sonunda kendisi de o oyuna dahil oluyor ve “Das Lied Von Der Erde”yi besteliyor. İsmini "yeryüzü şarkısı" koyması hiç sebepsiz değil. Sekiz senfoniden sonra gelen ve aslında dokuzuncu senfonisi olan bu senfoniyi "dokuzuncu" olarak isimlendirmiyor. "Dokuzuncu" senfoniden sonra ölen Beethoven'ı düşünüp, onuncu senfoniyi yazmaya başlıyor. Dokuzuncu senfonisi olmayan, on senfonili Mahler olmaya karar veriyor.
Ancak dokuzuncu senfoniyi yazarken hastalanıyor, bu arada kızı Maria'nın ölümünden sonra hayatı bir daha asla eskisi gibi olmuyor.
Ve onuncu senfoni yarım kalıyor, her şey bitiyor ve Mahler ölüyor. Ömür boyu ölümle iç içe yaşayan Mahler bile ölüyor. Yani sırf ölmemek için 'dokuzuncu senfoni' adını vermediği dokuzuncu senfonisinin ardından ölüyor.
Sonuncusunu tamamlayamadığı 10 senfonisinin de birbirinden çok farklı dünyalara sahip olduğunun altını çizen müzik eleştirmeni Serhan Bali, Mahler’in senfonilerini özetle şöyle tanımlıyor: “Hemen herkesin favorisi olan 1. Senfoni, kıyamet günündeki ‘diriliş’i tasvir eden 2. Senfoni, 100 dakikayı bulan süresiyle en uzun eseri olan 3. Senfoni, cenneti tasvir eden soprano solistiyle 4. Senfoni, Visconti’nin ‘Venedik’te Ölüm filminin baş aktörü sayılan meşhur ‘Adagietto’ bölümünü içeren 5. Senfoni, kaderin darbelerini simgeleyen çekiç vuruşlarına yer verdiği ‘Trajik’ lakaplı 6. Senfoni, tuhaf yapısından dolayı en anlaşılmaz bulunan 7. Senfoni, ilk icrası 1000 kişi tarafından yapıldığı için ‘Binler Senfonisi’ diye bilinen 8. Senfoni, yer yer kromatik diliyle İkinci Viyana Okulu’nu müjdeleyen 9. Senfoni… ‘Yeryüzü Şarkısı’ adlı şarkılı senfonisi, ‘Çocuğun Sihirli Av Borusu’, ‘Çocuk Ölümü Şarkıları’, ‘Bir Gezginin Şarkıları’, ‘Rückert Şarkıları’ adlı vokal dizileri de bugün tutkuyla dinlenen eserleri arasında yer alır.” (Adante)
Mahler genellikle eserlerinde müzik dünyasını ve bunalımın eşiğindeki insanlığı masumiyetin çağrısına kulak vermeye davet eder. Mesela 1. Senfonisi olan ‘Titan’ Mahler’in yaşamı ve yazgısıyla ilgili bir önseziyi içermektedir. Titan’ın, ikinci bölümünü kaydırarak araya aldığı Andante Allegretto ‘Blumine’ adeta intermezzo tadında Mahler’in lirik bir ezgisidir. Dördüncü bölüm bir insanlık komedisi niteliğindedir, 17.yüzyıl ressamı Jacques Callot’un bir gravüründen esinlenerek bestelenen cenaze marşıdır. Ritmik adımlarla ilerleyen kederli cenaze alayının arasına ironi ile yaklaşan ve dans eden şeytanın kaderi alaya alışı betimlenir. Mahler, mizahi bir üslupla tekrarlanan bu marşın, “Bu kötü bandonun yarattığı izlenimin, cenazeye karşın, dünyanın çığlığını, bayağılığını ve alaycılığını yansıttığını” belirtir.
Bu arada Gustav Mahler ve ünlü romancı Thomas Mann’ın ortak bir kaderi paylaştıklarını da belirtmek gerekiyor. Her ikisi de yaşantılarının travmaları ile baş etme mücadelesi verirken toplumsal değişimin ve baskı rejimlerinin de tanıkları oldular, acılarını çektiler, sürüldüler, ama buna rağmen üretemeye devam ettiler.
Peki bugün Mahler’i hangi kayıtlardan dinlemeliyiz?
Kuşkusuz Mahler’i en iyi anlatan Georg Solti kayıtlarıdır. Ancak diskografisini tümüyle kaydeden besteciler, Bernstein, İnbal ve Maazel’dir. Bu çerçevede beni derinden etkileyen ve Mahler’i en iyi ifade edebilen Maazel’in yorumu olduğunun altını çizmeliyim.