1970’li, ‘80’li yıllarda oturduğumuz mahallelerde, takıldığımız mekanlarda mutlaka bir kitabevi olur, lise ve üniversitede okuyan genç insanlar buralarda zengin bir kültürel iklimle buluşurlardı. Bu kitapevleri sadece kitap, müzik kasetleri, plaklar satılan yerler değil, aynı zamanda sanat-edebiyat, felsefe, müzik ve kaliteli filmler üzerine sohbetlerin, tartışmaların yapıldığı pencereleri bütün dünyaya açılan entelektüel mekanlardı ve şehrin nefes almasını sağlayan kültürel havzalarıydı.
Bu konuda kendimi hep şanslı hissetmişimdir. 1970’li yılların tam ortasında, yani lise yıllarımda üniversite öğrencilerinin kaldığı evde müthiş bir kültürel iklime adım atma şansını yakalamıştım. Bu evde Türkiye ve dünyanın en iyi şairlerinin şiirleri okunur, klasik Türk musikisinin büyük ustaları Dede Efendi’den Hacı Arif Bey’e, klasik Batı müziğinin dehaları Mozart’tan Beethoven’e kadar kaliteli müzikler dinlenir, her hafta izlenen bir filmin kritiği yapılırdı.
Genellikle kültür-sanat ve edebiyat insanları tarafından 1970’li ve ‘80’li yılların kültürel atmosferiyle ilgili değerlendirmeler yapılırken, İslamcı olarak tanımlanan kesimlerin kültürel anlamda beslenme kaynaklarının zenginliğinin altı özellikle çizilirdi.
Kültürel anlamda bugünle geçmiş arasında bir kıyaslama yapıldığında, ne yazık ki çok da iç açıcı bir tablonun olmadığı görülecektir. Bu negatif durumun sadece İslamcı kesimlere has değil, bütün kesimler için geçerli olduğunun altını çizmek gerekiyor. Elbette insanlar bugün de kitap okuyor, farklı müzikler dinliyorlar ama hayatımızdaki kültürel zenginlik sanki giderek azalıyor. Ve en dramatik olanı da iktidar gücünün kültürel hayatın zenginliğini soldurmasıdır.
Bu çerçevede, geçtiğimiz hafta Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki köşesinde benim müzik yazılarımla ilgili bir değerlendirmede bulundu. Özkök dindar-muhafazakar kesimlerin son 15 yılda nereden nereye geldiğinin altını çizerken diyor ki: “Muhafazakarlar 1970’lerde Foucault, Derrida, Levi Strauss, Althusser, Sartre, Camus okuyan insanlardı…” Ne yazık ki etrafı artık “çakma muhafazakarlar” kapladığı için yapılacak bir şey yok…
Maalesef iktidarın baskın gücünden en çok zarar gören İslamcı entelektüller olmuştur. Çünkü geçmişte sanat-edebiyat, felsefe ve müzikle zenginleşen hayatları bugün çerçevesini siyasetin çizdiği siyah-beyaz ve küçük bir dünyaya hapsolmuş durumdadır.
Ve kabul etmek gerekiyor ki dünün İslamcı entelektüelleri, bugün artık dünya ölçeğindeki ünlü düşünce insanlarının eserlerine olan ilgileriyle ve de dinledikleri dahi müzisyenlerin müziğinde buldukları zenginlikle değil, iktidara olan yakınlıklarıyla övünüyorlar.
Çok talihsiz bir durum ama İslamcı entelektüeller sanatın yaratıcı ruhuna değil, sanki otoriter bir ruha hayranlık duyuyorlar… Arap dünyasının reformist düşünürlerinden Muhammed Hamit el-Ahmeri’nin “Entelektüelin Sorumluluğu” adlı eserindeki popülist entelektüel tarifi son derece dikkat çekici: “Diktatörlük toplumlarında popülist entelektül, sultanın kürsüsüne yanaşır, yaltaklanarak ve çıkarcı kibarlığından yararlanarak kürsünün basamaklarına tırmanmaya çalışır. Böyle toplumlardaki popülist entelektüel, adeta halkın içinde hükümeti temsil etmektedir.” (s.159)
Aslında bu hafta ünlü Alman besteci Beethoven’le ilgili bir yazı yazmaya çalışacaktım. Bilerek ‘çalışmak’ kelimesini kullanıyorum, zira Beethoven üzerine yazmak hiç de kolay bir iş değil. Bugünlerde neredeyse her gece 9. Senfoniyi dinlediğim için en azından bu senfoninin kıyısında-köşesinde dolaşarak Beethoven müziğinin engin denizlerinde yüzme denemesi yapacaktım. Ancak içinde bulunduğumuz kültürel fukaralığın ucundan tutunca mesele başka bir mecraya taşındı. Ama 9. Senfoninin melodik ırmağı yanıbaşımda akmaya devam ediyor…