Nazım Hikmet’in 119. Doğum yılı anısına Küçükçekmece Belediyesi tarafından M. Melih Güneş’e hazırlatılan “Nazım Hikmet’in Ellerinin İzinde” adlı kapsamlı çalışma epey bir süredir masamın üzerinde yazılmayı bekliyordu. Demek ki usta şairin dizelerine selam vermek 120. Doğum gününü bekliyormuş.
Bilindiği gibi dün (15 Ocak) Nazım Hikmet’in 120. Doğum günüydü. İBB Kültür Daire Başkanlığı’nın Nazım Hikmet Vakfı işbirliği ile düzenlediği anma etkinliği Cemal Reşit Rey konser salonunda gerçekleştirildi. “İyi ki Doğdun Nazım Hikmet” etkinliğinde; yapımcılığını Nazım Hikmet Vakfı ve Bir Yudum İnsan Filmi’nin, yönetmenliğini Nebil Özgentürk’ün üstlendiği “Nazım 120 yaşında” belgeselinin ilk gösterimi yapıldı.
Melih Güneş’in Nazım Hikmet’le ilgili kapsamlı çalışması alışılmışın dışında ama aynı zamanda bir roman ve hikaye tadında. Kitabın giriş bölümünde yer alan şu ifadeler, çalışmanın yol haritasını göstermesi açısından son derece önemli: “Büyük bir şair olarak kahramanın; eserleri binlerle ifade edilen sayılarda basılan şiir, tiyatro, düz yazıda bir dünya yazarı olmasını anlatan bir öykü bu. Baş kahramanın sadece dünyaca ünlü bir şair olmakla kalmayıp Türk halkının gururu, adalet ve barış elçisi olarak da tüm dünya halklarının örnek aldığı bir insan olmasını anlatan bir çalışma.”
Maalesef Türkiye sosyolojik olarak ideolojik mahallelerin kalın duvarlarla çevrildiği, bu yüzden de karşılıklı konuşmanın zorlaştığı bir kültürel hafızaya sahip. Ne yazık ki toplum olarak hayatı sadece ‘siyah’ ve ‘beyaz’ olarak algılamak gibi bir alışkanlığımız var. Nedense hayatın içinde alın, morun, yeşilin, sarının, kırmızının ve daha pek çok farklı rengin de olabileceğini bir türlü düşünemiyoruz ya da düşünmek istemiyoruz.
Galiba bu yüzden sevgilerimizi de, nefretlerimizi de hep uçlarda yaşamayı seviyoruz. Bir bakıma uçurumun kıyısında dolaşmak gibi bir şey yani... Doğrusu hep merak etmişimdir; acaba insan olarak sevgiyi ve nefreti de vicdanlarımızda tartarak daha makul bir yol bulamaz mıyız?
Mesela, sevmediklerimizin rengi neden illa siyah olsun ki, onların da "allı-yeşilli" renkleri olamaz mı?
Biliyoruz ki, Nazım hayatında belli ideolojik tercihler yapmış ve bütün bunların bedelini de ağır ödemiş önemli bir Türk şairi. Yıllarca Nazım'ın ‘kızıl’ bir şair oluşunu, ‘vatan haini’ olup olmadığını konuştuk, tartıştık. Hatta zaman zaman ondan nefret ettik belki...
Kimimiz Nazım için ‘nefret türküleri’ söylerken, kimimiz de hayranlık şarkıları haykırdık. O, nefret edenler için bir 'hain', sevenleri içinse bir kahramandı. Ama kimse Nazım Hikmet'in hayatına bir bütün olarak bakmayı, ömrünün bütün basamaklarındaki değişik renklerini görmeyi denemedi.
Galiba, toplumsal hafızamızın bize oynadığı en büyük oyunlardan birisi, kendi değerlerimizi kendi ellerimizle yok etmemiz olsa gerek.... Yıllarca Necip Fazıl da belli bir ideolojik nefretin yalnızlığına terkedilmedi mi?
İşte tam da bu yüzden hepimizi sel sularının arasında sürükleyip götüren siyasal gündemlerin dışına çıkarak, arada bir sahici gündemlere de bakmak gerekiyor.
Eğer daha geniş bir pencereden bakmayı başarabilirsek, Nazım’ın bazı tasavvufi şiirlerini okurken "Bu şiirleri yazan Nazım Hikmet yoksa İslamcı mıydı?" şeklinde sorular bile sorabiliriz. Mesela şu dizeler nasıl bir ruhun ve imanın şiiridir acaba?
/Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik
Gel ki, Anadolu'da senin bükülmez çelik
İmanına, azmine ümit bağlayanlar var/
Aynı şekilde şu dizelerde de bir başka Nazım’ı görmek mümkün:
/Ya Rabbim bahtımız ne kadar kara
Biraz da nurunu yak bu diyara
Bir ışık bu sonsuz karanlıklara
Ya Rabbi bahtımız ne kadar kara/
Galiba nefretlerimizi de, segilerimizi de yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.