Gerek Batı, gerekse İslam toplumlarında “itaat” kavramı kanlı bir geçmişe sahiptir. Nerede “İtaat” yüksek sesle dillendirilmeye başlanmışsa peşinden çarmıhlar, giyotinler ve darağaçları gelmiştir. Mutlakiyetçi yönetimlerin zorbalıklarını motive eden sihirli kelime itaattir...
Roma İmparatoru Justinianus, nasıl kendisini “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanımlamışsa, Emevi ve Abbasi dönemlerinden bu yana Müslümanların yönetiminde bulunan halifeler, sultanlar ve padişahlar da kendilerinin “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduklarına inanmışlardır.
Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından Rönesans’ın başlangıcına kadar olan yaklaşık bin yıllık dönemde yani Orta Çağ’da devlet, Tanrı’nın bahşettiği bir iktidar özelliğe sahiptir. Devleti yönetenlerin görevi ise, Tanrı’nın kendilerine verdiği iktidar gücüyle insanların itaatini sağlamaktır. Ve halkın itaatini sağlamanın yolu da dinsel otoriteye sahip olmaktan geçmektedir.
Rönesans’la birlikte “öbür dünya devleti”nin yerini bu dünyaya ait bir devlet anlayışı almıştır, bu aynı zamanda Eski Çağ’ın yeniden doğuşudur. Yani insanların doğal olarak sahip oldukları haklar ve doğal adalet gibi kavramların devletin esası haline gelmesidir.
Avrupa’da feodalitenin çözülmesi ve kilisenin etkisinin kırılması sonucu, devlet iktidarının toplum kaynaklı olduğu ve meşruiyetinin de toplumda aranması gerektiği fikri gelişmeye başlamış ve bunun sonucu olarak da siyasal iktidarın/devletin kaynağı dünyevileşmiş ve meşruiyeti de rasyonel esaslar üzerine oturtulmuştur.
Aydınlanma ve akıl çağının gerçek kurucusu olarak kabul edilen İngiliz filozof John Locke, “sosyal sözleşme teorisi”siyle, devleti insan haklarıyla sınırlamıştır. Artık devletin temel görevi, insanların can, mal ve özgürlüklerini güvence altına almak, huzur ve barışı sağlamaktır. Bu mukaveleyle insanlar, sadece hakların korunması için devlete yetki vermişlerdir ve temel hakların sahibi yine insanlardır. Dolayısıyla devlet, ancak bu toplum sözleşmesine sadık kaldığı sürece meşruiyetini koruyabilecektir. Eğer devleti yönetenler insanların doğal haklarını, özgürlüklerini korumada başarısız olurlarsa toplumun bu yönetimi değiştirme hakkı vardır.
Batı’daki “itaat” ve “siyasi meşruiyet” kavramlarının gelişme seyrini değerlendirirken, İslam siyaset düşüncesinde bu meselenin nasıl bir seyir izlediğine de bakmak gerekiyor. Her ne kadar İslam dünyasında Rönesans benzeri bir dönüşüm yaşanmamışsa da, İslam’ın siyasete ilişkin alanlarda daha toleranslı bir din olduğunu ve en azından bir kilise despotizminin olmadığını da belirtmek gerekiyor.
Biliyoruz ki İslam siyaset düşüncesinde siyasal iktidarların meşruiyeti, hukuka ve toplumun rızasına dayanır ve adaletli yönetim esastır. Eğer siyasal iktidarlar toplumun hayrına olmayan kararlar alır ve hukuka riayet etmezlerse toplumun itaat etme zorunluluğu yoktur ve ayrıca meşru da değildir.
Muhammed Hamidullah, “İslam Peygamberi” adlı eserinde dünyevi bir iktidarda peygamberin yerine geçecek halifenin seçilmesinin doğrudan doğruya halk ya da onun yetkili kıldığı temsilcileri aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini söyler. Eğer başkan hukuku çiğner ve yetersizlik gösterirse, bu temsilciler (ehlu’l-hall ve’l-’akd) tarafından görevinden alınabilir.
Ancak İslam siyaset doktrininin tarihsel süreç içindeki uygulamaları, bu ilkelerin hayata geçirilmesi konusunda çok da olumlu örnekler ortaya koyamamıştır. Maalesef Hz. Peygamberden sonra bireyin özgürlüğü ve kanun önünde eşitliği değil, iktidarların gücünü daha da pekiştiren “itaat” kültürü baskın hale gelmiştir.
Yine Hamidullah’ın tespitine göre adalet konusunda en azından on olay açıkça göstermiştir ki; ister Müslim isterse gayrimüslim olsun, herhangi bir sıradan vatandaş bile, kurmuş olduğu devlette Hz. Peygamber aleyhine hukukî bir dava açabilmiş, her türlü yükümlülük (borç, taksitli satış fiyatı, vs.) konusunda hakkını elde etme imkânı bulabilmiştir. (Hamidullah: İslam Peygamberi, s. 732)
Çünkü Hz. Peygamber kendi ifadesiyle bir kral, sultan ya da padişah değildir. Peygamberin bile yetkisi, tamamen vahyin tebliği ile sınırlandırılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bir çok vesileyle kendisinin bir beşer olduğunu hatırlatmıştır. Kur’an’da da bu açıkça belirtilmiştir: “De ki: Ben sizin gibi bir insanım...” (Kehf: 18)