Müslümanların 11. Yüzyıla kadar bilgi üretiminde öncü rol oynadıklarını, pek çok bilim insanı ve filozoflara sahip olduklarını biliyoruz. Ancak sonrasında özellikle pozitif bilimlerde gerileme başlamış, hatta İbn Rüşd gibi yeni düşünceler üreten filozoflar, bilim insanları itibarsızlaştırılmıştır.
Elbette Müslümanların, kapıları bilgiye kapılarını tümden kapattıklarını söyleyemeyiz ama ne yazık ki bilginin sürdürülebilir bir ivme kazanması da mümkün olmamıştır. Mesela Osmanlı medreseleri 16. Yüzyılın sonuna kadar çağdaşlarıyla yarışabilecek düzeydeyken, sonrasında pozitif bilimler medrese müfredatından çıkarılarak bilginin önü kapatılmış ve gerileme kaçınılmaz hale gelmiştir.
Osmanlı’nın son döneminde başlayan modernleşme ile birlikte Batı’dan bilgi ithali bu açıdan önemli bir adımdır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki modernleşme süreci bir bakıma Osmanlı’nın devamı niteliğindedir. Modernleşme çizgisindeki bu adımlar ‘bilgi toplumu’ olma sürecine ciddi bir ivme kazandırmış, ancak Cumhuriyetin giderek baskın hale gelen ideolojik karakteri bilgi toplumu olma adımlarını yavaşlatmıştır. Kuşkusuz Osmanlı dışında diğer Müslüman ülkelerde de modernleşme ve bilgi ithali denemeleri yapılmış, ancak başarılı bir sonuca ulaştırılamamıştır. Mesela Mısır’da 19. Yüzyılın ilk yarısında Fransa örneğinden hareketle modernleşme denemelerinde bulunulmuştur. Bu bağlamda 1950 ve 1960’larda Cemal Abdünnasır’ın modernleşme çabalarından söz edilebilir.
Kabul etmek gerekiyor ki bütün bu modernleşme denemeleri, devlet ve rejim merkezli olduğu için ‘bilgi toplumu’na giden yolu güçlendirmekten çok, yönetim erkinin ve rejimin gücünü takviyeye yaramıştır. “Mısır’da yukarıdan, yani devlet tarafından başlatılan modernleşme, hükümranlık ve toplumun siyasi katılımı konularına dokunmadan gerçekleştirilecekti. Bu pek başarı sağlayabilecek bir beklenti değildi, zira üretim araçlarının belirli bir aşamasından sonra ekonomik gelişme, siyasi katılım olmadan pek sağlanamaz.” (Dan Diner, Mühürlenmiş Zaman, s.28)
Bir kere hemen belirtmekte yarar var, bilgi özünde sivil bir karaktere sahiptir, doğal olarak denetlenebilir, hesap verilebilir bir sistemde ancak gelişip zenginleşebilir. Yani bilgi toplumu olabilmek ve kalkınmayı sağlayabilmek için “kuvvetler ayrılığı” prensibine göre işleyen demokratik bir sistem şarttır. Dan Diner kitabında Şeyh Tahtavi’nin, eğitim sistemini incelemek üzere bir heyetle gittiği Fransa’daki izlenimlerini aktardığı şu ifadeler son derece önemlidir: “Şeyh 1830’da Paris’te cereyan eden Temmuz Devrimi’ne şahit olur. Günlüğüne burada kazandığı zihin açıcı bilgileri kaydetmiştir. Örneğin güçler ayrımı olmadıkça, yani başka türlü söylersek özgürlük, hukuk güvenliği ve demokrasi olmadan, refahın olamayacağını yazmaktadır.” (a.g.e, s28)
Pek çok siyaset bilimcinin, hukukçunun ve bilim insanlarının da altını çizdiği gibi bilgi toplumu olabilmek için öncelikle sağlam bir hukuk sisteminin ve özgürlük ortamının oluşturulması şarttır. Bilginin ve en yalın haliyle bireysel özgürlüklerin rejimin denetimi altında olduğu, şeffaflık ve hukuksal güvenlik şartlarının olmadığı ülkelerde ne yazık ki ‘bilgi toplumu’ sadece bir hayalden ibarettir.
Galiba sivil alanın gelişmediği, toplumun iktidarı denetleme bilincine sahip olmadığı Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerin hemen tamamının kamil manada bir demokratik sisteme kavuşması da bilgi toplumu olabilmesi de daha uzun yıllar mümkün olamayacak gibi…