Biliyorum, İslam toplumlarıyla ilgili eleştirel bakış açısından dindar kesimler pek hoşlanmıyor. Bu konudaki her analize hemen anında, “Neden durmadan İslam dünyasını eleştiriyorsun, Batılıların hiç mi eksikleri yok” şeklinde itirazlar yükseliyor. Elbette Batı dünyasının insani anlamda yüzyıllara dayanan büyük veballeri var ve bu durumu eleştirmekte bir beis de yok. Ama bu Müslüman dünyadaki hukuk-adalet eksikliğini, insan hakları ve özgürlüklerden mahrum oluş halini ortadan kaldırmıyor.
Aklı selimle değerlendirdiğimizde, bugün Müslüman dünyanın içine düştüğü bu trajik halin Kur’an ve Sünnetin evrensel mesajıyla örtüşen bir görüntü olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Zira gerek Hz. Peygamber, gerekse dört halife dönemindeki uygulamalarda Hilafeti ve halifeyi kutsallaştıran, otoriterleştiren bir anlayış hakim değildir.
***
Ancak İslam tarihinin özellikle dört halife sonrasındaki dönemlerinde ‘hilafet’ esas itibariyle bir siyaset kurumu olduğu halde, giderek dinin asli unsurlarından biri haline gelmiştir. Tarihsel süreç içinde İslam uleması, bazı sıhhati tartışmalı hadislere dayanarak halifeye, devlet başkanına bir kutsiyet atfederek adeta tanrılaştırmışlardır. Ulemanın sultanı kutsallaştırmak için en çok başvurduğu tartışmalı Hadis ise şudur: “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Mazlum kullarının tamamı ona sığınır. O adil olursa ecrini alır, raiyyeye şükretmek düşer. O zulmederse, bu kendi aleyhine bir günahtır, raiyyeye de sabretmek düşer.”
Prof. Dr. Ömer Dinçer yeni çıkan “Siyasetnameleri Yeniden Okumak” kitabında iktidarın otoriterleşmesi ve halifenin kutsallaştırılması konusunda önemli tespitlerde bulunuyor: “İktidarın tahakküm eden bir güce dönüşmesi, gerçekte güçle mücadelesinde ahlakın mağlup olmasıyla sonlanmaktadır. Siyasetnameler gücün meşruiyeti kaybetmesi hali olan mutlak gücü önlemeyi öğütlerken, kutsallaştırma ve hilafete dini bir kimlik kazandırılma yoluyla da gücün tekelleşmesine kapı açar. Diğer yandan hilafetin kutsallaştırılması çabalarının halkın iktidara güveninin azaldığı, devletin çözülme dönemlerinde güçlendiğini iddia etmek yanlış olmaz.”
Biliyoruz ki, hükümdarın Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olması tezi Prof. Dinçer’in de belirttiği gibi sadece İslam kültürüne has bir olgu da değildir. Hükümdarın Tanrı vekili olarak hükmetmesi fikrinin kökleri Hint-İran, Sümer ve kadim Mezopotamya kültürlerine dayanmaktadır. Mesela Hammurabi kendisinin Tanrı tarafından atandığını söylemektedir. Yine Prof. Dinçer’in Zencani’nin “Sultana Öğütler”inden naklettiğine göre, İran kralı Daryuş I. ‘Nakş-ı Rüstem’ kitabesinde Ahuramazda yeryüzü düzeninin bozulduğunu görünce onu bana havale etti. Ben de yeryüzüne düzen verdim diyerek hakimiyet ve iktidarını Tanrı Ahuramazda’dan aldığını söyler.
***
Görüldüğü gibi neredeyse bütün kadim kültürlerde hükümdarlar, sultanlar, padişahlar, halifeler Tanrı’nın yüryüzündeki gölgesi olarak değerlendirilmişlerdir. Ancak bu durumu İslam kültürünün dinamikleriyle değerlendirdiğimizde, halifenin kutsallaştırılmasına yol açacak bir yaklaşımı dinin ruhuyla bağdaştırmak mümkün değildir. Nitekim, neredeyse İslam tarihinin bütün evrelerinde devam eden bu zihniyet sapması, İslam toplumlarını zalim bile olsa hükümdara itaat etmek gibi dramatik sonuçlara sürüklemiştir. Kabul edelim ki bugün İslam ülkelerindeki insan hakları ve özgürler konusundaki mahrumiyetin temelinde de bu zihniyet sapması yer almaktadır.
Maalesef ‘emaneti ehline verme’, adalet ve istişare konularında açık ayetler olmasına rağmen, ne hikmetse İslam uleması zalim ve adaletsiz devlet başkanlarını yeren ve onlara itaat etmemeyi öğütleyen ayet ve hadisleri pek dikkate almamışlardır. Oysa ‘biat’ açık bir şekilde halifenin, devlet başkanının sadece seçimine onay vermek anlamına geldiği halde, ‘itaat’ halifenin haklı-haksız bütün uygulamalarına boyun eğmeyi gerektirmektedir.
Bu konuda Hz. Ebubekir’in halife seçildikten sonra yaptığı konuşmadaki şu sözleri son derece ibret vericidir: “Allah’a ve peygambere itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz, Şayet Allah’a ve peygambere isyan edersem, bana itaat etmeniz gerekmez.”