İslam toplumlarındaki geleneksel İslam kültüründen beslenen ve dinle özdeşleştirilen ‘itaat’ anlayışını doğru analiz etmeden, bu ülkelerde yaşanan adalet azlığını doğru anlayabilmek mümkün değildir.
Zira tarihsel tecrübeler perspektifinden baktığımızda görürüz ki İslam siyaset düşüncesinde akıl ve eleştirel düşünce çok fazla kabul görmemiştir. Özellikle hukuksal anlamda İslam fıkıhçıları ve onların etrafında oluşan kültürel çevre totaliter yönetimlerle işbirliği içinde olmuşlardır.
Biliyoruz ki bütün toplumlarda gecikmeli de olsa nihai anlamda özgürlük, adalet ve siyasi katılım esas olmuştur. Oysa Müslüman toplumlarda adalet düşüncesinin seyri, Batı’daki hukuksal tekamülle aynı paralelde yürümediği için kurumsal anlamda bir hukuk inşası ne yazık ki mümkün olmamıştır. Çünkü geleneksel İslam siyaset düşüncesi zulmü kabullenmeyi ve zorba sultanların her türlü otoriter uygulamalarına karşı itaat etmeyi öğütler.
Her ne kadar Osmanlı’da hilafetin sona ermesiyle birlikte kendi içinde bir takım demokrasi ve hukuk devleti arayışları olmuşsa da maalesef bu arayış, kurumsal bir hukuki yapı inşa etmeyi başaramamıştır.
Galiba bu çerçevede Müslüman toplumların temel yanlışının, Raşit halifelerin uygulamalarının ‘dini’ bir tecrübe olarak kabul etmekle başladığını söylemek gerekiyor. Bu konuda değerli İslam siyaset bilimcisi Ahmet el-Katip’in şu tespiti son derece önemlidir: “Bu tecrübe (yani raşid halifeler dönemi-m.o) tamamen ‘akli’, ‘örfi’ ve ‘medeni’ nitelikli idi. İlk dört halifeye ‘raşid’ denilmesi onların uyguladıkları siyasi sistemden yahut yönetime geliş ve yönetimi sürdürüş yöntemlerinden değil, kendi kişilik ve ahlaklarından kaynaklanıyordu. Bu sebeple onların tecrübeleri adeta peygamberler gibi her asırda örnek alınması gereken insanüstü ve ideal model değildir.” (Demokratik Hilafete Doğru, s.399-400)
İşte bu yanlış tasavvur yüzündendir ki sonraki asırlarda da halifeler, sultanlar, krallar daha da kutsallaştırılmış ve onlara karşı çıkmak adeta Allah’a karşı çıkmakla eşdeğer olarak görülmüştür.
İslam siyaset bilimcisi Muhammed Abid el-Cabiri “Arap Ahlaki Aklı” kitabında Maverdi’nin ‘erdemli’ başkanını insanların değil, Allah’ın seçtiğinin altını çiziyor. Maverdi’ye göre Allah kralları birçok açıdan insan katmanlarına üstün kılmıştır. Maverdi’nin bu konudaki görüşleri İslam siyaset anlayışının tarihsel bir fotoğrafı gibidir adeta:
“Hiç kimse fazilete krallardan daha layık değildir. Çünkü insanlar onların emri altına girmiş, onların hizmetine koşmuştur. Ve ayrıca krallardır insanlara emretme ve yasak koyma yetkisini elinde bulunduranlar. Allah’ın kralları diğer insanlara üstün kıldığına dair delillerden biri de, kralları Allah’ın o ülkedeki kendi halifeleri, kullarının koruyucuları, yarattıkları arasında kendi hüküm ve cezalarının uygulayıcıları kılmasıdır. Ve yine krallar hakkında ‘sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir’ denilmiştir. Çünkü yeryüzünde kullar arasında (Allah’ın) yaptığını yapmaya çalışmak, onun yolunu izlemek, ülkesinde onun çizgilerini diriltmeye çalışmak kralların hakkıdır.” (s.295-296)
Bu örneklerden çıkarak, “otoriter ve itaatçi gelenekten beslenen toplumların gerçek anlamda bir demokrasi ve hukuk devleti oluşturmaları imkansızdır” gibi bir yaklaşımın çok da hakkaniyetli olmayacağı söylenebilir. Elbette toptancı bir yaklaşım içinde olamayız. Bir kere Arap kültür havzasından beslenen toplumlarla farklı kültürlere mensup toplumların adalet yaklaşımları da farklı olacaktır. Mesela 11. Asırda Türklerin kanun ve adalet telakkileri daha farklı bir duruma işaret etmektedir. O dönemde kanun ve adaleti temsil eden Han der ki: “Benim mahiyetim adalettir. Ben hiç sallanmam. Haksızla haklı, iğri ile doğru benim huzuruma gelirse, ben onların işlerini adalet esasına göre hallederim. Önüme gelen bey midir, kul mudur? Ben hiç fark gözetmem…” (Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, s.97)
Maalesef İslam siyaset düşüncesinin geleneksel siyaset yapısı modern zamanlarda yeniden yorumlanıp yeni bir yol haritası belirlenemediği için, günümüzdeki İslam ülkelerinin neredeyse hiçbirinde buna Türkiye de dahil, evrensel hukuk normlarına dayalı bir yönetim modeli oluşturulamamıştır. Dolayısıyla bugün Türkiye’de yaşadığımız hukuksuzlukları, adaletsizlikleri İslam siyaset anlayışının tarih içindeki yolculuğundan bağımsız düşünemeyiz. Hepimiz açasından zor bir durum belki ama bu adaletsizliklerin temelinde tarihsel mirasımızın hatırı sayılır bir payının olduğunu da kabul etmek gerekiyor.