Her kültür kendi kaynağından, kendi değerlerinden beslenmek zorundadır ama aynı zamanda dünya kültürleriyle irtibatlı olmak durumundadır. Medeniyetler her çağda kendi kültürlerini inşa ederken kendi coğrafyalarının farklı özelliklerini yansıtırlar. Mesela Osmanlı mimarisinin beslendiği ruhi derinlikle Avrupa mimarisinin beslendiği ruhi iklim farklıdır. Ayrı şekilde Mısır mimarisi de Yunan mimarisine benzemez. Şiirde, musikide bu farklar daha da barizdir.
***
Elbette bu medeniyetlerin birbirlerine kapalı olduğu anlamına gelmemektedir. Hilmi Ziya Ülken’in ifadesiyle, “mefhumlar birbirine bağlıdır ve ancak biri ötekiyle mümkün ve kaimdir.”
Milli kültürler eserlerini yaratırken kendi folklorlarına, örf ve adetlerine dayanırlar. Her toplum destanlarını yazarken, operalarını bestelerken kendi medeniyetinin kültürel hafızasına yaslanır, çünkü toplumların hayat tasavvurları da, yaşama biçimleri de farklıdır. Ressamlar kendi coğrafyasının renginden ve boyasından ilham alır ve şairler ancak kendi dilinin derin ırmaklarında büyük şiirler yaratabilirler. Ama hiçbir şair, hiçbir besteci, ressam ve mimar pencerelerini dünyaya kapatıp kültürel bir fukaralığı tercih etmez.
Hilmi Ziya Ülken “Kültür Birliği” makalesinde bu konuda şöyle bir izahta bulunuyor: “Ateşin icadı gibi, buharın keşfi de medeniyet tarihinde büyük bir çağ değişmesidir. Bu zamandan beri artık yalnız bir kıta içinde değil, muhtelif kıtalar arasında sıkı münasebetler doğmaya başladı. Eski, kapalı medeniyet daireleri kırılarak şamil bir dünya medeniyeti kurulmaya başladı. Yeni milletler ancak bu dünya medeniyetinin uzuvları olarak bir rol oynayabilirler ve oynamaktadırlar. Ona intibak edemeyen ve kendi içine katlanan milletlerin, millet olmaya hakları yoktur ve eski çağların havasında erimeye mahkumdurlar.”
Yaşadığımız yapay zeka çağında ülkeler ve kültürler arasındaki geçişkenlik daha da hızlanmış ama aynı zamanda daha karmaşık hale gelmiştir. Yani artık yeni dünyada sadece “yerli’ ve “milli” olmak gibi hamasi sloganlarla dünyaya gözlerini kapatarak ‘milli kültür’ inşa etmek de, dünya ile yarışacak sanatsal eserler yaratmak da mümkün değildir.
Maalesef son yıllarda “şanlı tarih” masalıyla malul durumda olduğumuz için, Osmanlı’nın yarattığı kültürel ve sanatsal rönesansı bile anlamaktan aciz durumdayız. Bırakın dünyada yaşanan kültürel değişimleri anlamayı, kendi medeniyetimizin değerlerine ve irfanına bile yabancılaşmış durumdayız. Dünya çapında büyük besteciler, mimarlar, ressamlar yetiştiremediğimiz için de son çare olarak Osmanlı ile övünmeyi tercih ediyoruz. Elbette Osmanlı ile övüneceğiz ama yeni kültür, sanat ve bilim insanları yetiştirmeden Osmanlı ile övünmeye yüzümüz olmamalı.
Hasılı, Batı ile farklı medeniyet havzalarına mensubuz, doğal olarak kendi medeniyetimizin irfanıyla, kültürel değerleriyle yeni eserler yaratacağız ama dünyaya kapılarımızı kapatmadan...
Cemil Meriç’in “Kültürden irfana” adlı eserindeki şu ifadeler bir medeniyet hafızası oluşturmak açısından son derece önemli: “Batının kültürü var bizimse irfanımız. İrfan insanoğlunun has bahçesi, ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak için önce ön yargıların köleliğinden kurtulmak gerekir. İrfan nefis terbiyesi, olgunluğa açılan kapı, amelle taçlanan ilim. Kültür irfana göre katı ve fakir. İrfan insanı insan yapan vasıfların bütünü, yani hem ilim, hem iman ve hem de edep. Batı kültürün vatanı Doğu irfanın. Ne batıyı tanıyoruz, ne doğuyu. En az tanıdığımız ise kendimiz.”